|

Osmanlı İstanbul’unda Ramazan

Teravih ile sahur arası, Ramazan’ı mahsus bir zaman dilimi haline getiren sayısız âdete ev sahipliği yapardı. Gündüz az çalışıldığı için teravihten sonra uyumak çoğunlukla tercih edilmez; aile sohbetleri, oyunlar, dinî-ilmî meclisler, bazı mekânlarda şiir ve edebiyat sohbetleri gibi geleneklerle Ramazan, kültür ve medeniyetin kurucu unsurlarından biri haline gelirdi. Nihayet dergisi'nden Fatma Sel Turhan Osmanlı İstanbul’unda Ramazan'ı kaleme aldı.

11:07 - 3/05/2020 Pazar
Güncelleme: 11:30 - 3/05/2020 Pazar
Nihayet Dergi
Osmanlı İstanbul'unda Ramazan,  üç aylarla beraber ilk önce evlerde karşılanırdı.
Osmanlı İstanbul'unda Ramazan, üç aylarla beraber ilk önce evlerde karşılanırdı.
Osmanlı İstanbul'unda Ramazan'ın ilk karşılandığı yerler üç aylarla hummalı bir hazırlığın başladığı evlerdi. Ama Berat Gecesi birlikte hükümet tenbihnâmeler neşreder ve bunlar mahalle imamları vasıtasıyla halka tebliğ edilirdi. Mübarek günlere hürmeten evlerin, sokakların ve dükkânların temizliğine azami itina gösterilmesi, padişahın şehri ziyareti esnasında uyulması gereken kurallar, seyir yerlerine kadın ve erkeklerin gidebileceği günler, bu esnada dikkat edilecek hususlar, Ramazan hayatına mugayir olan ve sosyal düzeni bozacak kaçınılması gereken hareketler tenbihnâmelerin ana konusuydu.

Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü akşamı, yüksek bir yerden ayın ilk hilalini gören bir gözcü bunu iki şahitle İstanbul kadısının önünde ispatlar ise Ramazan'ın başlamış olduğu Süleymaniye Camii minarelerinin kandillerinden görülürdü. Akabinde mahalle bekçisi gümbürdettiği davuluyla sokak sokak dolaşıp arkasına taktığı, bu heyecandan nasiplenmek isteyen bir çocuk ordusuyla Ramazan'ı cümle âleme ilan ederdi. Ruyet-i hilâl gerçekleşmezse Şaban otuz gün olarak kabul edilir, otuzuncu güne bu sebeple “yevm-i şekk", şüphe günü denilirdi.

Minareler ışıklı, sofralar şen?

Ramazan'da mahyacıların minareler arasına gerdikleri yazılar kadar ve belki ondan daha çok gül, lale, cami, minber, hilal, kayık, Kız Kulesi gibi kurdukları ışıklı mahyalar dikkat çekerdi. Kadir ve Arife geceleri minareler külâhından şerefelerinin alt kısmına kadar aydınlatılır, buna da minarelere kaftan giydirmek denirdi.

Evler, kapıyı “selamün aleyküm" diyerek çalan herkese açıktı. İftara kaç misafir geleceği bilinemediği için fazladan pişen aş, eğer kalırsa ertesi gün fukaranın azığı demekti. Ekâbir konaklarında ise her iftar Tanrıkulu misafirler ağırlandıktan sonra onlara diş kirası namıyla kadife keseler içerisinde bir miktar atıyye vermek âdettendi. Ramazan'ın ilk günü bütün resmî daireler tatil edilir, memurlar görevlerine Ramazan boyunca münavebe ile devam ederdi.

Padişahın Ramazan'ı

Ramazan'ın on dördü, Topkapı Sarayı'nda Kutsal Emanetler'in bulunduğu dairede temizlik merasiminin yapıldığı gündü. Bizzat padişahın katılımıyla gerçekleşen bu merasimde gül suyu dolu kâselere batırılan bezlerle Hırka-i Saadet Dairesi temizlenirdi. Ertesi gün padişah sabah namazını Hırka-i Saadet Dairesi'nde cemaatle kılar; öğle namazını müteakiben Hırka-i Şerif ziyaretini gerçekleştirirdi. Aynı gün ikindi vakti ise Şehzadebaşı'nda toplanan kalabalık, birazdan önlerinden geçecek saray ahalisini görmek için yol boyunca dizilirdi. Padişahın Ramazan'da bir de görünmez yüzü vardı ki bu, tebdil-i kıyafetle halka karışan hünkârın, kenar mahallelere kadar köşe bucak dolaşıp işlerin yolunda gidip gitmediğini görmesi için en iyi yoldu. Tenbihnâmelere uyulup uyulmadığı, et, ekmek, yağ ve diğer ihtiyaçların belirlenen fiyatta satılıp satılmadığı bizzat Padişah tarafından böylelikle kontrol edilirdi.

1759'dan 1924'e kadar devam eden Ramazanlarda, padişahın huzurunda yapıldığı için “Huzur Dersleri" ismiyle anılan tefsir sohbetleri ise ayrıca zikre değer. Dönem dönem değişen sayıda âlimin katıldığı bu sohbetlerde, ders veren âlime mukarrir, müzakere edenlere ise muhatap denilirdi. Her padişahın tercihine göre bazen cuma dışındaki bütün günler, bazen haftada birkaç gün, bazen de Ramazan'ın ilk on günü şeklinde icra edilen bu dersler genelde Kadı Beyzâvi'nin tefsirinden yapılır, derse iştirak edenler ilmî serbestiyet içinde görüşlerini belirtirlerdi.

Teravih ile sahur arası, Ramazan'ı mahsus bir zaman dilimi haline getiren sayısız âdete ev sahipliği yapardı. Gündüz az çalışıldığı için teravihten sonra uyumak çoğunlukla tercih edilmez; aile sohbetleri, oyunlar, dinî-ilmî meclisler, bazı mekânlarda şiir ve edebiyat sohbetleri gibi geleneklerle Ramazan, kültür ve medeniyetin kurucu unsurlarından biri haline gelirdi. Şehzadebaşı'nda Damat İbrahim Paşa'nın 18. yüzyılda sütunlu bir çarşı olarak yaptırdığı Direklerarası ise 19. yüzyılda Ramazan eğlencelerinin mekânı olmuş; büyük kahvehanelerinde oynanan ortaoyunu, meddah ve karagöz oyunları ile bunlara sonradan eklenen pehlivan güreşleri, tuluat, tiyatro ve at cambazı kumpanyaları burayı özellikle gençlerin uğrak yeri haline getirmişti.

İstanbul gecelerinde temaşa

Her sene Ramazan'ın yirmisini izleyen günlerde Beyazıt Kulesi civarında iftar yapmak âdettendi. Ay karanlığına tesadüf eden bu günler İstanbullu için Adalar'dan Fenerbahçe ve Üsküdar'a kadar seyrine doyumsuz bir grup manzarasının ardından loş karanlıkta karşı kıyılardan yükselen minarelerin kandil ve mahyalarının, gökteki parlak yıldızlara ve denizde ilerleyen vapurların ışıklarına karıştığı bir temaşa vadetmekteydi.

Kadir Gecesi akşamlarında Topkapı Sarayı'nda düzenlenen Kadir Alayı ile padişah, maiyeti eşliğinde saraydan çıkar; iftarlarını orada açıp akabinde Kadir Gecesi namazlarına katılmak üzere toplaşan kalabalık ile Ayasofya'ya geçerdi. Sultanların Kadir gecelerinde bazen Sultanahmet veya Yıldız Hamidiye gibi camilere gittiği de vâki idi. Kadir Alayı'nın güzergâhı boyunca meşaleler yakıldığı gibi önden giden yirmi meşale ve kırk fener de yolu aydınlatırdı. Padişah ve maiyeti görevli imama uyup namazlarını kıldıktan sonra alay aynı merasimle geri dönerdi.

Osmanlı'da Ramazan demek, hayır ve hasenatın bol olduğu; imaretler, aşevleri, darü'z-ziyafeler ve bîmarhanelerinde fakirlerin çokça kollanıp gözetildiği bir ay demekti. 18. ve 19. yüzyılda İstanbul'u ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, Avrupa'da adım başı rastladıkları dilencileri, dilenciliğin hoş görülmediği Osmanlı toplumunda neredeyse hiç görmedikleri için şaşkınlıklarını ifade etmişlerdir. İhtiyaç sahibi olup da dilenemeyenler için düşünülmüş bir uygulama olan sadaka taşları, yerleştirildikleri cami veya türbelerin kuytu köşelerinde, veren el ile alan elin hiçbir göze ilişmediği müstesna bir yardımlaşmanın sembolü idi.
#Ramazan
#Osmanlı
#Mahya
4 yıl önce