Amerikan sinemasının gözü kör olsun; daha çocukluktan itibaren hayatımızın her cephesini kuşatıp beğenilerimizi biçimlendirdiği gibi, sinema salonlarında da kendisinden başka seslere ve farklı nefeslere asla geçit vermiyor. Hâl böyle olunca, doğaldır ki bizler de ana akım sinemanın dışında kalan pek çok yetenekli Avrupalı yönetmeni ve onların güzelim çalışmalarını yakından tanıma fırsatı bulamıyoruz. Bu saatten sonra sinema dünyasından böylesine çarpıcı -Hollywood dışı- sürprizlerle karşılaşmak, ancak festivalleri çok sıkı takip etmekle ya da alternatif ülkelerin filmlerini satın alıp dağıtmaya meraklı ithalatçıların “ilgisizlikten dolayı bezmemesi için” için dua etmekle mümkün olabilir.
“Güneşli Bir Gün” (1998) ve “Mutfak Öyküleri” (2003) adlı yapıtlarıyla küresel popülaritesini iyice artıran Hamer, başarılı çalışmalarının sektörde kendisine kazandırdığı saygınlıkla da 2005 yılında çok uluslu bir ortak yapıma imza atıyordu. Sanatçı, bütünüyle ABD topraklarında çektiği “Bir Sürü İşte Çalışan Adam” adlı filmiyle ilk kez Matt Dillon ve Marisa Tomei gibi Hollywood yıldızlarıyla çalışma imkânı bulacaktı. Charles Bukowski'nin bir romanından uyarladığı bu filmin elde ettiği orta halli başarı da onu Yeni Dünya'da ciddi bütçelerin teslim edilebileceği, ticarî açıdan güvenilir bir markaya dönüştürdü.
ABD de dahil gösterime çıktığı bütün batı ülkelerinde büyük bir beğeniyle karşılanan filmin en dikkat çekici erdemi ise seyirciye söylemek istediklerini işin kolayına kaçarak bol mendil ıslattıran arabesk bir duygusallık üzerinden değil, tam aksine son derece sakin ve ölçülü bir dil kullanarak ifade etmesi… Kuzey'in her yıl 8 ay buzlarla kaplı ülkesi Norveç'in o dondurucu soğuğunu içimizde hissetsek de öykünün sahip olduğu güçlü iyimserlik ve yaydığı insan sıcaklığıyla son tahlilde adım adım içimiz ısınıyor.
Bu hafta sonunun ve son haftaların en iyi filmi…