|
İrtica"len tartışma

Vatanseverlik, yurtseverlik, laiklik, irtica tartışmalarına bir bakın. Herşeyi körlemesine tartışıyoruz.

İşin kötüsü, tartışılan vakıanın doğru dürüst resmi bile çizilemiyor.

Çünkü, at gözlüğü ile bakılıyor. İrtica ve laiklik tartışmaları, körün fili tarif etmesi gibi. Kaldı ki tartışmalar, toplumu rahatlatacak bir çözüm bulmaya değil, gerilimi ve çatışmayı sürdürmeye dönük.

Yani ''daimi kriz siyaseti''nin bir parçası.

Öte yandan tartışmaların psikolojik arka-planında sınırsız bir hükmetme duygusu, büyük bir enaniyet ve kibir yatıyor. Atatürk, 1928''de Afgan Kralı Amanullah''a Han''a aşırı reformculuğu nedeniyle dostça uyarıda bulunmuş, “Bir toplumun kökleşmiş örf ve adet, hissiyat ve telakkiyatı mühimdir. Müteşebbis fertler üzerinde adeta amir ve hakim bir tesir icra ederler”, “insan başını kayaya çarpmamalı” demişti. Atatürk, Kralın toplum koşullarına dikkat etmesini istemişti.

İkaza kulak asmayan kibirli Kral, ülkesinden kadın kılığında kaçmak zorunda kaldı.

Sözün özü:

Kimse milletin genleriyle oynayıp durmasın.

***

Şu yalan dünyada tanık olduğumuz adaletsizlik ve zulümlerden kaynaklanan bunaltıya karşı bir tutamak olması gereken muhafazakar değerlerin bile içinin boşaltıldığını, magazinleştirildiğini, hiçleştirildiğini görmek de insanın içini acıtıyor.

Bazen insanın, kendi yaşama alanı olan, –havasını teneffüs ettiği, suyunu içtiği– küçük dünyasına bile ''hoşça kal'' diyesi geliyor.

Çünkü insanlar birbirine sağır, birbirine kör. Bazen çığlığınız, yalan ve sahte gürültülerin, patırtıların arasında kaybolup gidiyor. İşte o zaman, bu dünyada hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği hissine kapılıyorsunuz. İyilik ve Kötülük damarlarından ''İyilik''in, yani Hak ve Adalet damarının tıkandığını düşünüyorsunuz. Artık bu damar, kalbinize ve vicdanınıza kan pompalamıyor, diye hayıflanıyorsunuz. Özellikle adalet dağıtmak mevkiindekiler, adaletsizliğin bir parçası iseler, karamsarlığınız bir kat daha artıyor. Hz. Peygamber bile, öyle bunalmış, öyle içi daralmış ki, tutup Hicret etmekten başka yol bulamamış. Zalim insan''dan Adil insan''a kaçmış.Bugünün erdemli insanının ise ''kendine hicret''ten başka bir seçeneği yok. Sanki bütün gemiler yakılmış, bütün limanlar kapatılmış. Bu gibi durumlarda, hüzün düşmüş yüzüyle Mehmet Akif gelir gözlerimin önüne.. Akif''in mısralarında yankılanan, isyancı ama samimi feryatlarını işte o zaman daha iyi anlıyorum. Bazen en dindar insan bile, içten gelen acıyla, kul katında yanlış algılanabilecek sözler eder. Bu gibi durumlarda insan, Allah''ın uçsuz bucaksız, denizlerden daha geniş olan Rahmet-i İlahiye''sine sığınır.

***

Musevileri dışarda bırakarak, ''Yahudileşme'' temayülünden bahsetmek istiyorum. Artık kalıplaşmış bir tipoloji olduğu için söz etmekte mahzur yok. Öyle bir tipoloji ki, içinde bulunduğu ortamı kendine benzetiyor.

Bu ortamda, para en büyük değerdir.

Herşey paradır, güçtür.

Artık en kutsi değerler bile parayla ölçülebilir.

Bu ortamlarda erdemli insanlar iki seçenekle yüz yüzedir: Ya başkalaşacak, ya hicret edecek.

Zamanımızın bir tezahürü de değil bu, öteden beri sıklıkla karşılaşılmış bir vakıa. Bunu da bir Osmanlı bürokratı ve dervişi Aşçı Dede kendi hacetiyle ilgili olarak bir hikayeyle şöyle anlatır: “Eski vakitlerde yeniçerilerden bir adamın hayli borcu olup ödemekte aciz kalınca, dostlarından birisi, ''bu senin borcunun tediyesi kırk sabah Ayasofya Cami-i şerifin top kandili altında kırk sabah namazı kılmakla hasıl olur, çünkü her kim bu şekilde sabah namazını eda ederse haceti kabul ve duası makbul olur'' demiş. Yeniçeri can u gönülden otuz dokuz gün camiye devam etmiş. Kırkıncı sabah kemal-i aşk u muhabbetle namaz vaktinden evvelce, daha ortalık karanlık iken acele sokağa can atıp giderken karanlıkta bir adamla çarpışıp, ikisinin de kalpakları yere düşer. Yeniçeri derhal yerden kendi kalpağı zannıyla o adamın kalpağını alıp başına giyip doğruca cami-i şerife ve top kandilin altına gider. Meğer ki çarptığı adam Yahudi imiş. Onun kavuğunu kendi kalpağı zannıyla başına giymiş. Cemaat görüyorlar ki top kandilin altında bir Yahudi, Müslüman olmuş oturuyor. Herkes kemal-i mennuniyetle dal kese olup bir hayli akçe yeniçerinin önüne yığılır. Sonra camiin görevlisi gelip der ki, “artık kardeşim, paraları al da git, kavuğunu değiştir, Müslümanlara mahsus olan sarık ve kavuk al da başına giy” der.

Yeniçerinin aklı başına gelip derhal başından çıkarıp bakar ki ne bakarsın, Yahudi kavuğudur. O zaman anlar ki çarpıştıkları adam Yahudi imiş, onun kavuğunu alıp başına giymiş. İşi anlayıp gözlerini kubbeye doğru kaldırıp Cenab-ı Hakk''a niyaz tarikiyle der ki, “Amenna ve saddakna veriyorsun, amma Yahudi etmeden vermiyorsun!”

Nedense anlatmadan geçemedim.

17 yıl önce
İrtica"len tartışma
Komprador Burjuvazi’nin 1 Kasım felaketi…
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…