|
İrtica, her derde deva

İrtica, Tanzimat''tan bu yana gündemde. Anlamı üzerinde pek durmayacağım. Ama kısaca, ''dini gerekçelerle yeniliklere karşı çıkmak.''

1908''deki 31 Mart Vakası''nda İttihatçılar, –aslında başka nedenlere dayandığı halde– siyasi karşıtlarını “mürteci” diye itham ettiler. O mürteciler arasında Cumhuriyet döneminde Atatürkçü ve CHP''li kimliğiyle tanıdığımız isimler bile vardı.

İşte, irtica, 31 Mart Vakası''ndan itibaren, daha çok siyasi amaçlarla gündeme getirilen bir suçlama.

Bugün, mürteci olarak suçlanan kesimlerin, yeniliklere, yenileşmeye, ilerlemeye karşı çıktıkları pek vaki değil. Kaldı ki bütün toplumlarda, dini hislerle modernleşmeye direnenler her zaman olmuştur. Amerika''da Normonlar, İsrail''de Hasidikler gibi. Ama ne Normonlar ne Hasidikler, “tehdit” olarak görülmezler. İsrail devleti, huzursuz olmamaları ve rahatsız edilmemeleri için, Hasidik semtlerinin girişlerine uyarı levhaları yerleştirmeyi ihmal etmemiş. “Bu semtin halkı dini huzura önem veriyor. Lütfen aracınızdaki müziğin sesini fazla açmayın” gibi. Devlet, dindarların huzurunu korumakla kendini yükümlü hissediyor. Aynı şey, dindar olmayanların huzuru için de geçerli.

HHH

Laiklik ve irtica.. Bazen, darbe gerekçesi olabiliyor, bazen seçilmiş hükümetlere karşı mücadele stratejisinin unsuru haline getiriliyor. Peki, Laikliği yerleştiren irade, gerçekte laiklikten ne anlıyordu? Örneğin Atatürk ve İsmet Paşa''nın gerekçeleri nelerdi?

Atatürk''ün genel sekreteri olan ve daha sonra Milli Eğitimi teslim ettiği, Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk''ün daha Milli Mücadele döneminde, “Dini bakımdan ahaliyi birleştirmek lazım. Din kavgası yaparsak olmaz” dediğini belirtir. Bayur şöyle devam eder: “Atatürk dinin politikaya karıştırılmasının aleyhinde idi. Din adamlarının politikaya karışmalarına karşıydı. Matbaayı açtırmamak, rasathane yapılıyor yıktırmak filan. Türklerin geri kalmasında din adamlarının büyük tesiri olduğunu biliyor, görüyordu. Bu yüzden laikliğe bağlı bulunuyordu” diyor.

Celal Bayar da alevilik ve sünnilik kavgalarından bahis açıldığında Atatürk''ün, “Bizim laiklik bu alevi sünni davasını halledecektir” dediğini belirterek, “Atatürk''ün laikliğin kabulünün gerekçesinde bu da vardır“ der.

İsmet Paşa''nın 1960''ların sonlarında Malatya''da Aleviler ve Sünniler arasındaki olaylar çıktığında “Laiklik devrimimizle, mezhep kavgalarının çoktan bitmiş olduğunu zannediyordum” dediği bilinir.

Aklı başında hiçbir dindar, bu gerekçelere karşı çıkmaz.

HHH

Yusuf Hikmet Bayur, İsmet Paşa devrinde, Atatürkçülüğün övgüsünün bile ortadan kalktığını ileri sürer. Belki de bunda kişisel nedenler etkilidir. Bayur''un gerekçesi, Kur''an Kursları''nın ve İmam Hatip Okulları''nın çoğalması. Bu yüzden “İnönü de dini kullanmaya kalktı” der. Hatta, “İnönü dine karşı değildi, dinciydi” diye suçlar da. Oysa 1930''larda Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Şükrü Sökmensür, Atatürk''ün Mümtaz Ökmen''e “Memleket imansız kalmasın, hocasız kalmasın. Diyanet İşleri Reisi bir talimat hazırlasın. Bu talimat mucibince arzu edenler ezan ve dine ait bilgi sahibi olsunlar” dediğini nakleder. Talimatta, “köylerde valilerin emriyle, müsaadesiyle din tedrisatı camilerde yapılabilir. Vilayetlerde ve kazalarda da İçişleri Bakanlığı''nın emriyle bu din kurslar açılır” deniliyor. Şöyle devam eder Sökmensüer: “Ben Emniyet Müdürü iken, hatırımda kaldığına göre seksene yakın din kursu kazalarda ve vilayetlerde vardı ve onlarda çocuklara din dersi veriliyordu. Bu da Atatürk''ün şahsiyetinin din aleyhtarlığı şeklinde tecelli etmediğini, bilakis, dini, memleket din adamsız kalmasın diye, dine kıymet verdiğini gösteren harekettir.”

Atatürkçü ve laik geçinenlerin konuştuklarıyla Atatürk''ün yaptıklarını karşılaştırın.

''Aradaki fark'', başka saiklerle temellenmektedir.

HHH

Atatürk tekke ve zaviyeleri kapattı, yasal statülerini sona erdirdi. Ama tarikatler faaliyetlerini kesintisiz şekilde sürdürdü. Yanısıra, yeni tarikatler –Arusilik gibi– kuruldu. Hatta devlet hizmeti gerektirdiğinde Nakşi ve Kadiri şeyhleri bu kişilikleriyle devreye bile sokuldular. Bunlardan birisi de Nakşi Şeyhi Servet Akdağ idi. Kendisi Şeyh Şerafettin Dağıstani''nin müridiydi.

Atatürk''ün büyük değer verdiği Şeyh Servet, Fransız mandası altındaki Hatay''a gönderilmişti. Türkiye lehine vaazler veren, gece gündüz çalışan Şeyh Servet, Aleviler ve Sünnilerin ortak davada birleşmeleri için büyük çaba harcadı. CHP evraklarında Şeyh Servet Efendi''nin faaliyetlerinden övgüyle söz edilir.

Hiçbir şey siyah ya da beyaz değil.

Laiklik ve irtica tartışmaları yapılırken bunları da hatırlamak lazım.

18 yıl önce
İrtica, her derde deva
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi