|
Washington değil, İstanbul-Ankara notları

Geçenlerde bir email aldım. Son birkaç yazıyı okuyan bir okuyucu merak ediyor. Köşenin klişesinin kastederek, “Adınızın altında Washington notları yazıyor. Siz Washington''dan mı yazıyorsunuz, Türkiye''den mi?” diye soruyor.

Soru, son zamanlarda sosyal medyanın da etkisiyle koca dünyayı gerçek anlamda küçük bir köye çevirdiğinden, klişelere, örneğin bu köşede olduğu gibi “Washington''dan notlar” gibi bir not düşmenin anlamsızlığını aklıma düşürüyor...

Ancak, gerekiyor yine de bu türden notlar düşmek. Dünya küçük bir köye dönüşse, mekan mefhumu anlamını biraz yitirse de mekanlar ve uzaklıklar aynen duruyor. Washington''dan İstanbul''a THY sayesinde 10 saatte gelmek arada koca bir okyanusun olduğu ve mesafenin uzaklığını gerçekte kaldırmıyor.

Önümüzdeki birkaç yazıda Washington''dan değil, Türkiye''den notlar okuyacaksınız.

Konular mı? Her çeşit. İnsanlar mı her nevi. Her birisi ayrı bir yazı konusu. Şimdilik küçük notlarla geçiştirelim.

Ankara''ya bastığım günün gecesi aradığım Karadeniz''in kıyısından bir gazeteci arkadaşım bir gazetenin kuruluş yıldönümü resepsiyonunda. Espriyi anında patlatıyor: “Ne zaman geldin, neredesin? Otelde mi? İyi gelsene buraya... Neyse neyse, ayrılma bir yere iki saate kadar gelip alacağım seni. Ha, bu arada çıkıp rahat rahat gezebilirsin. Herkes burada...”

Kıvrak zekasına her zaman hayran olduğum arkadaşımın teklifi iyi olmasına iyiydi de. Kar, sanki ben otel odasından çıkmayayım diye yağıyordu...

Kürtler üzerine yaptığı araştırmalarla meşhur, isminin önünde profesör unvanını taşıyan ve gıyabımızda birbirimizi iyi tanımamıza rağmen yeni tanıştığım akademisyen, öğle yemeğinde ısmarladığı hamsi tavayı yedirmemekte ısrarlı. KCK operasyonlarını, Uludere''yi, hükümetin, BDP''nin Kürt sorunu karşısında duruşunu benim sormam gerekirken o sıkıştırıyor. “İyi peki diyorum, KCK operasyonları: İşin yasal boyutunu bir dakika için kenara koyalım. Siyasetin önünü açmak mı istiyoruz, tıkamak mı? Ova mı, dağ mı? Sonuç, yapılan tercihe bakar. Ya iyi kötü siyaset kanalları işletilir ya da toplar ileride şiddete evrilir.”

Önümdeki tabağa bakıp, “Üstad bir şey yemedin!” diyor. Gülümsüyorum. Duruyor, ekliyor: “İddia ediyorum. 81 il''e gidip Başbakan bu (Kürt) sorunu çözebilir mi?” diye sorsunlar diyor. Cevabı kendisi veriyor: “İddia ediyorum, sonuç evet çıkar.”

İstanbul... ABD, Türkiye, Ortadoğu üzerine yazdıklarıyla adından söz ettiren köşe yazarı gazeteci dostum, “Biliyor musun?” diyor. “Bundan on yıl önceki arkadaşlıklardan eser kalmadı. Gittiğimiz mekanlar bile kapandı! Bir şekilde refaha kavuştu herkes. Konuşulacak bir şey kalmadı gibi. İnsanlar acayip bir şekilde bireyselleşti. Aynı zamanda bencilleşti. Karşılaştıklarında birbirlerinin yüzüne bakmadan ne marka giydiklerine bakıyorlar. Tiksindim... Gitmiyorum artık hiçbirinin yanına, onlar da gelmiyor zaten.”

Bakırköy sahilinde bir kafe. Fırat Nehri''nin bu yakasından, Malatyalı olan sahibi bir süre önce nehrin öte yakasındaki bir Diyarbakırlı''ya satmış. “Dumanın (sigara, nargile) yasaklanması bu işin cazibesini kaçırdı. Başka işlere bakıyorum artık. Beylikdüzü''nü bilir misin? Hani şu Tatilya''nın olduğu yer, yıktılar onu. Şimdi AVM yapılıyor. Bir iki dükkan almak istiyorum oradan. Bu AK Parti iyi işler yapıyor aslında. Buradan ayrılınca yeni açılan bir lokantaya 100 bin lira koydum. Birkaç ay sonra 200 bin lira alarak çıktım. Şimdi milyon değerinde. Yanlış yaptım aslında...”

Yeni sahibi, “Valla işler iyi, fena değil abi” diyor. Satıyormuş o da, satma sebebi de ilginç: “Abi işler iyi olmasına iyi de burası biraz bozar beni. 30 yaşındayım. Diyarbakır''da da güzel iş yapıyorum. Satıp gideceğim.”

“Burada yaptığını orada da yapabilir misin?” diye soruyorum: “Hem siyasi ortam pek iyi değil gibi?”

“Eskiden toprağa gömüyorlardı, şimdi hapishanelere. Bir şey değişmiyor. Doğru söylemiyorlar bu hükümettekiler. BDP''liler de yanlış yapıyor. Bu millet Müslüman... Yok abi, burası belki iyi ama Diyarbakırlı da harcamayı sever. Burası bozar beni. Giderim ben yakında, oraya beklerim...”

Başbakan Tayyip Erdoğan''ın en yakın çevresinden bir isim, ismi lazım değil: “Ben bunu artık konjonktüre teslim olmak olarak görüyorum. Anadil dediğin şey, İmam Hatip liselerinde ortalama eğitim almış birisinin karşı çıkmayacağı bir şey. Ama Başbakan buna çeşitli nedenlerle ciddi mesafe koyuyor. Hem de İmam Hatip lisesini içselleştirerek okuduğu halde. Herkesin görebileceği üç neden var. Parti dengeleri, BDP''nin tavrı, en önemlisi de anadilden sonrası...” Yani, bu iş ayrı devlete uzanır mı endişesi.

Beni en çok çarpan, şu sıralar fazlasıyla yaşan duygusal kırılmaların bir yansıması olarak gördüğüm iki ifade.

Birincisi, Ankara''da Uludere üzerine konuşabilecek ehliyete sahip bir isim: “Bugüne kadar biraz daha farklı gidiyordu. Şimdi siyasi, askeri bir uyum var. Olayların üzerine gitme var. Savaşırsan üzerine kan sıçrar! Bundan kaçamazsın!”

İkincisi; İstanbul... Yıllardır tanıdığım bir gazeteci. Merkez medyasından muhafazakar medyaya, yıllarını bu meslekte geçirmiş bir isim:

“6-7 Eylül olaylarında Rumlar nasıl bir duygu yaşadı bilmiyorum. Ermenileri az çok tahmin edebiliyorum. Bugün bir Rum''un bir Ermeni''nin hissettiği kadar kendimi azınlık hissediyorum!”

Yazacak çok şey var daha. Şimdilik bir virgül koyalım...

12 yıl önce
Washington değil, İstanbul-Ankara notları
Deli rüzgâr
Bisküviden çıkan soyadı
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…