|
Ah şu Eylül ayı...

11 eylül saldırılarını dehşet içinde izlemiştik. Daha ilk dakikalarda bile artık önümüzde yeni bir dünyanın kapılarının açıldığını fark etmiştik. Nitekim ardından Irak işgali fazla gecikmeden geldi. Konuştuğumuz konular, tartıştıklarımız değişmişti. Artık İslam tehlikesinden, terörist-barbar müslümanlardan söz ediliyordu. Bu süreçte dünya medyasının ilgi odağı müslüman kadınlar olmuştu. “Bak bu müslümanlar ne kadar barbar “önyargısı kadınlar üzerinden şekillendiriliyor ve haklı çıkartılıyordu. İslam ülkelerine gidiliyor en geri kalmış en geleneksel bölgeler bulunuyor, en kötü örnekler dosyalaştırılıyor, “işte müslümanlar biz bu nedenle bunlara tehlikeli diyoruz” pekiştirmesi ile lanse ediliyordu. İslam dünyasının kadınlarını araştıran belgesele bu gerekçelerle başlamıştık. Duvarların Akasında projesinin doğuşunda bu atmosferin etkisi vardır. Araştırma içinde gördük ki aslında biz de bu önyargılardan etkilenmişiz. Nerede uzun sakallı yerel kıyafetler içinde şalvar kamezli bir Pakistanlı ve arkasında kadınlar görsek zihnimizde hemen hepsini adamın eşleri yapıyorduk.Yoksulluklarını, geri kalmışlıklarını, törelerini hemen İslam''ın hali diye algıladığmız olabiliyordu. Çünkü bütün bilgi kaynaklarımız yabancıydı. Bizim de algı ve zihin dünyamız batılıların süzgecinden geçen bilgilerle şekillenmişti.

11 eylül sonrasında İslam dünyasında herkes biz de dahil kendimizi anlatma sürecine girmiştik. Biz başörtülüler bu duygunun daha çok aşinasıydık. Çünkü neredeyse ömrümüzün yarısı tehlikeli olmadığımız, başımızı örtmemiz ile rejim değişikliği durumlarının bir bağlantısı olmadığını anlatmakla geçmişti. Bizim örtümüz bir geriye gidiş değildi, biz İslam''ın yanlış geleneklerle uygulanan yorumunu benimsemiyorduk. Biz birey kimliğimize sahip çıkıyor, kadın - erkek arasında bir ayırım görmüyor, eşitlik ve adaleti İslam''ın prensiplerinden kabul ediyorduk. Konuşabildiğimizi zannettiğimz kişilerin bile hala başörtülere köleleştirilmiş, insiyatifsiz kadınlar olarak bakmaları insanda hayalkırıklığı yaratıyor. Demek ki konuşmuşuz ama sesimizi duyurmamışız, ya da onlar dinler gibi yapıp bizi kandırmışlar.

Aynı ülkede yabancılarla yaşamışız bunca zaman. Biribirimizini diline, kültürüne, duygularına yabancı kalmışız.

11 eylül sonrasındaki İslam korkusu en fazla bizim insanımızı etkiledi. Onlar zaten İslam''ın tehlikeli olduğu üzerine kurmuşlardı rejimlerini. Başını bağlayanlar (!) ile dolan camiler bu ülke için çok çok tehlike işareti taşıyordu. 11 eylül saldırıları sorasında bir çok yerde tehlike ve İslam eşitlemesi yeni kurgulanırken, bu durum bizimkiler için sadece tetikleyici olmuştu. AK Parti iktidarı, bölgedeki konjonktürel değişmeler, kabullerini değiştirse de “kedidir kedi” misali “bunlar ılımlı müslümanlar, Amerika böyle istiyor “ falan gibi yorumlar dahil, üstten, baktığını görmeyen, batılı bilgilerle beslenmiş, inat dışında hiç bir şey ile açıklanamayacak sözler insanı umutsuzluğa sürüklüyor.

Duymayan olmayınca konuşmak da anlamını yitiriyor.

12 eylül sonrası lümpenleşmeye kurban gitmediller, bir inanç etrafında ilkeli bir dünya görüşü şekillendirdiler diye suçlanıyor dindar müslümanlar.

Tarhan Erdem''in Pazartesi günkü Neşe düzel röportajında ki şaşırarak okuduğum yorumlarını da çerçeveden bağımsız görmüyorum. Belki de laiklikten ziyade dönemin pozitivist anlayışının Cumhuriyet ideolojisine etkisinin tartışılması gerekiyor.

Araştırma verilerine rağmen başörtülülere “dikkat tehlike” işareti ile bakan , başörtü yasaklarının kalkması ile ortaya çokacak tehlike (!) üzerine uyaran yorumlar değişime kapalı bir zihin konforunun da işaretini taşıyor. Üstelik yasaklar nedeniyle üç bine yakın kız çocuğu sadece okuma hayallerini gerçekleştirebilmek için yurt dışına çıkmak zorunda kalırken, binlerce insan çalışabilmek ve hayatını sürdürebilmek için kendi isteği dışanda başını açmak zorunda kalmanın üzüntüsünü taşırken, ne artan başörtülülerden ne de imtiyazlardan söz edilebilir.

Korkmayın rejim hala başı açık ve başı kapalılar arasındaki ayırımı sıkı tutuyor.

.....

Cama değli cana gelsin diyen bir valiydi Efgan Ala... Diyarbakır gibi zor bir yerde kimseye ayırım yapmadan hizmet götüren anlayışı ile çok seviliyordu.

Efgan Ala bölgede ki kadın sığınma evine de büyük katkı sağlamıştı. Sivil toplum örgütlerine ve özellikle kadın örgütlerine karşı ayırım yapmayan yaklaşımı ile bölgede kadın projelerine ve yoksulluk ile mücadeleye verdiği desteğin toplumsal barışa büyük katkı sağladığına inanıyorum.

Belediyenin yapmadığı işleri bile “halkın yararına olan her şey bizim işimiz” diyerek yapan, bir vali Efgan Ala.

Koltuğu devraladığı Ömer Dinçer ile ortak yanları ise; Mütevazi olmak ve meselelere insan ölçekli bakabilmek.

Efgan Ala''nın Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde, herkese açık insan odaklı anlayışı sürdürüp güçlendireceğine inanıyorum.

17 yıl önce
Ah şu Eylül ayı...
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler