|
Kırmızı çizgiler...

Pakize Suda''ya çok hak veriyorum. Gerçekten sınırlandırılmış (dini baskılar değil dış baskılar ) hayatların içinde bir kadının köşe yazarı olması çok zor. O kadar çok gözetilmesi gereken denge var ki!

Yıllarca yoğun televizyon temposu içinde yazmayı hep reddettim. Eh artık biraz yüküm hafifledi yazabilirim derken şuursuzluk hali içinde önümdeki çok kutuplu denge unsurlarını yeterince fark edememişim. Bu koşullarda şimdi olduğu gibi yazı yazmak bazen tam bir kâbusa dönüşüyor. Yazmayı düşündüğüm her şey "cıs" bir nitelik taşıyabiliyor. Ayrıca hem dindar hem kadın olunca beklentiler her kesim açısından farklı bir özellik arz ediyor.

Siyasetin içinden birisi olarak derin-özel- siyaset yazamam, çünkü etik değil. Bu sınırı siyaset yapmaya başladığım zaman koymuştum. Şimdiye kadar da hiç ihlal etmedim. Siyasetin göbeğinde yaşayıp da yazmamak yasağı dışında ki bütün kısıtlamalar ise benden değil çeşitli mahallerden geliyor…

Bizim tarafta "Ahmet Hakanlaşma" diye tanımlanabilecek "fobik semptomlar" mevcut. Biraz özeleştiri yapalım-kendimize bakalım desem hemen aleni uyarılar başlıyor. Bazen de bunlar dedikodu kıvamında ya da müthiş emin tanımlamalar şeklinde kulağıma geliyor. "Ahmet Hakan gibi mi olmak istiyor acaba?".

Bu durum paranoid bir hal aldı. "Aman ha Ahmet Hakanlaşma" uyarılarının verdiği bıkkınlık ile bu konularda da yazamıyorum artık.

Yahu ben sadece kendimim kimseye ne benzemek ne de yamak çıkmaya niyetim var desem de, mevcut toplumsal durum MIŞ gibi yapmak üzerine kurulduğu için samimiyete insanları ikna etmek gerçekten çok zor.

İkinci bir keskin ve emin yargı cümlesi de "haber olmak, gündeme gelmek istiyor".

MIŞ gibi yapmadan konuşmanın zorlukları bunlar. Eh MIŞ gibi yapma konusunda ki yeteneksizliğimin de bu işlerde payı var. Bu konuda çaba göstersem de zor öğreniyorum, Gerçek düşüncelerimi değil düşünmem gerekenleri söylemeyi öğrenmem biraz zaman alacak.

"Liberaller ya da solcular her meselede bize destek vermek zorunda değil" desem "bak görüyor musun onlara yaranmak istiyor" derler (niye yaranacaksam iktidar o tarafta değil bu tarafta üstelik).

Diğer tarafa dönüp gördüğüm apaçık sınıfçı, önyargılı yaklaşımları eleştirirsem, bu sefer tüm İslamcı görünümlü erkeklerin sicili üzerime hücum eder. "Erbakan onu demişti, bu şunu demişti "…Ya bize ne onlardan bugün biz ne diyoruz ona baktın dersin bu sefer de "çok ikna edici ama tehlikeli birisi" olarak tanımlanırsın (laik düzen açısından tabii!).

Bu arada laikçi abiler dini hatırlatmalarda bulunmakta muhafazakârları yaya bırakır. (saçın görünüyor, gözlüğün küçük gözünü büyük mü göstermek istiyorsun /gazetedeki köşe resminden yorumla/makyajın var-ne biçim Müslümansın).

Bu konuda aldığım uyarıların tümü laikçi abi ve ablalara ait.

Tüm bunların arasında ne yazsam sorusu bazen bir kabusa dönüşüyor. Sağa bakıp gördüklerini söylesen de, sola görüp söylediklerini söylesen de, kendinde gördüklerini söylesen de suç…

"Her şey teferruattır önemli olan insanlıktır" yaklaşımı içinde iyice ümitsizliğe kapıldığımı sıralarda aldığım bir telefon bu girdap duruma cevap oldu. Neyi söylediğim kadar nasıl söylediğimde önem taşıyordu çünkü. Radikal gazetesi yazarlarından Tarhan Erdem''di arayan. Fikirlerimin birçoğuna katılmadığını belirterek başladı söze /ben eleştiriye kendimi tam hazırlamıştım ki/ terbiyem, nezaketim ve tartışmalardaki saygılı üslubumdan dolayı beni kutlamak istediğini söyledi.

Doğrusu bazen bazı şeyler zamanlaması itibarı ile cankurtaran etkisi yapıyor.

"Özgürlükten ne anlıyoruz" bugün bu kavramı daha çok konuşmaya ihtiyacımız var.

Sınırsız özgürlük, kısıtlı özgürlük, sınırlandırılmış özgürlük ya da demokratik özgürlük. Bugün bu kavramlar ne ifade ediyor.

Beni bu konuda daha da yoğun düşündüren inançlı olmak elbette. Allah''a kul olma kavramı özgür olmayı nasıl etkiliyor. Batının özgürlük mücadelesi şablonunu kullanmadan bu meseleye nasıl bakılmalı? Bu tartışmanın yapılması gerektiğine inanıyorum.

"Duvarların Arkasında" kitabında da yer verdim. Umman''da 50 yaşında, yarım bıraktığı mastırını tamamlamak üzere Ürdün''e gidecek olan eğitimci bir kadın bu soruyu; "özgürlük deyince illa dansa gitmeyi, içki içmeyi mi anlamalıyız, benim için özgürlük hayatım hakkında kendi kararlarımı alabilmektir "diye cevaplamıştı. Sudanlı bir öğrenci kızın cevabı ise şöyle olmuştu; "özgürlük açılıp saçılmak mı yoksa düşüncelerini özgürce söylemek mi".

Türkiye''de ise özgürlük kavramı üzerinde düşünmediğimiz gibi kadın özgürlüğü meselesine de çok sığ yaklaşımlarla bakıyoruz. Vay bunlar kocaları istediği için örtünüyorlar diyen kadınlar gibi...Türkiye''de kadınların ağzından sıkça duyarız " kocam istedi mini etek giymedim, kocam istedi saçımı böyle yaptım, kocam istedi dekoltemi kapattım, kocam istedi okulumu bıraktım, işimi bıraktım …" bu sözler bitmez. Hatta kadınlar böyle şeyleri gururla söylerler, çünkü eşleri tarafından kıskanılmanın altı çizilir böylece. Ayrıca toplum kocanın istediğin yerine getiren kadını onaylar(özelikle de erkekler), aksi ayıplanacak bir durumdur (sosyete de bile).

Aynı kadınların koca baskısına karşı çıkan söylemlerini duyunca çok şaşırıyorum.

Hem aynaya bu kadar çok bakıp hem de kendini görememek.

Pes doğrusu!!!

16 yıl önce
Kırmızı çizgiler...
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi