|
Risk toplumu

ABD’de 8 milyon insanı işsiz bırakan 6-7 milyon konuta bankalar tarafından icra yoluyla el konulmasına neden olan 2008 finansal krizinin ardından pek çok film yapıldı. Bunlardan birisi de The Big Short. Filmde yer alan birçok gerçek diyalog finans piyasaları denen mekanizmanın ne kadar göreceli kararlar verdiğini, risk içerdiğini, kandırmaca olduğunu izah etmesi açısından önemlidir. Mesela “hile ve aptallıktan oluşan dünya piyasası’’ der. ‘’Gerçekçi aptallara karşı finans dünyasının müsabakası’’ndan söz eder… “Amerika’da dolandırıcılık çağını yaşıyoruz. Bu sadece bankalarda değil hükümette, gıdada, eğitimde her yerde görülüyor’’ sözleri filmin finalinde belleklerde kalır. Amerika’da bugün sokağa yığılan kalabalıkların tek meselesinin ırkçılık ile sınırlı olmadığının da altını çizer. Her şeyin abartılarak iyi ve kötü yönleriyle önümüze konulduğu bir dijital alemin içinde, hem gerçekten kaçıyor hem de gerçeğe dair çok şey öğreniyoruz. Ülkelere ekonomi notları vererek derecelendirme yapan Standard & Poor’s gibi kuruluşların ‘’kredi notu veren dükkanlar’’ olduğunu, ülkelerin geleceklerini etkileyen notları ücret karşılığı satıyor olduklarını yine onlardan öğreniyoruz. Sadece o da değil, Dünya Sağlık Örgütü’nün son dönemdeki kararlarındaki şüpheler… Ve bunun gibi pek çok bilgi herkesi allak bullak ediyor. Şirketlerin güdümünde ve gölgesinde ‘demokrasi’ işleyemezken siyasal sistemlerin zayıflıkları belirginleşiyor.

Bu durum bir şirketler birliği yönetimi olan Amerikan siyasal sistemini dahi zorluyor. Demokrasi, hümanizma gibi liberal düşüncenin ürettiği her değer laf ola beri gele muamelesi görmeye başlıyor. Dünyada koskoca bir çıkar çarkı dönerken siyaset giderek işlevsizleşiyor. Siyaset bilimciler açısından ise bu sonuçlar sürpriz değil. Bu gidişi çok önceden görüp bunlara dair kafa yormaya başlamışlar bile! Hannah Arendt ve Ulrich Beck gibi… Beck’in Risk Toplumu kitabının bugüne müthiş bir ayna tuttuğunu düşünerek bazı notları paylaşmak istiyorum 20. Yüzyıl’ın en temel siyasi kavramı ‘’egemenlik ‘’ iken Arendt ve Beck’in bugüne dair argümanları: ‘’HİÇ KİMSENİN EGEMENLİĞİ’’

21. Yüzyıl’da modernliğin anomalilerinin sonuçlarını yaşadığımız ortada. Yatırımcıların ve teknoloji şirketlerinin kararlarının devletler ve siyaset üzerindeki etkisi, toplum üzerinde siyasetten daha etkili olan yan aktörleri giderek daha çok merkeze taşıyor. Beck diyor ki; “Bu yan aktörlerle ortaya çıkan gelişmeler, demokrasiye, ilerlemeye, kalkınmaya duyulan güvenin azalmasına sebep oluyor. Devletleri ve siyaseti iktidarsızlaştırıyor.” Buna da ‘’tersyüz edilmiş siyaset’’ diyor. Siyasetçilerin ise; olan bitenin farkında olsa bile seçmenlere bu değişimi kendi icatları olarak sunmak zorunda kaldıklarını yazıyor… ‘’Bunun tek sebebi var. Daha baştan alternatifleri yoktu ve hala da yok! Teknolojik ilerlemenin zorunluluğu ve karar verilemezliği, süreci demokratik olmaktan çıkarıyor ve gayri meşruluğu unutturan bir hale geliyor.’’

Hannah Arendt 1981 ‘de ‘’hiç kimsenin egemenliği’’ kavramını kullanırken ‘’görünmeyen yan etkilerin” Batı demokrasisinin gelişmiş evresinde iktidarı devraldığından bahsediyordu. Siyasalın kaybı bugün artık siyasal olan yeniden tanımlanmasına sebep olurken belirsiz cevaplarıyla kurumsal yapıları zorluyor. Hele de partiler bu konularda düşünce egzersizi dahi yapmıyor.

Toplumda korperatif olarak örgütlenen iktidar ve nüfuz gurupları görülüyor. Bilim dünyası etkili bir iktidar odağı olarak siyasal olanın merkezine yerleşiyor. ‘’Siyasetçiler sadece bilimsel uzmanlarının tavsiyelerini mi yerine getirecekler’’ sorusu karşımıza çıkıyor. Burada da güvenilirlik ve denetleme mekanizmaları devreye giriyor. Bilim adamları tıpkı finans derecelendirme kuruluşları gibi şirketlerin çıkarlarını mı, yoksa halkın çıkarlarını koruyacaklar. Bilim üretildiği anda dev bir teknolojiye ve yatırıma dönüşürken, bilim-teknoloji-finans ayağı siyaseti hele de yerel siyasetleri neye çevirecek?

Ulrich Beck’in üzerinde durduğu bir diğer konu parlamentonun fonksiyon kaybı ve devlet bürokrasinin yeniden güçlenmesi. Siyasetin, resmi arenalardan parlamento, hükümet gibi merkezlerden uzaklaşarak yukarıdaki korporatizmin gri alanına çekilmesinin sonuçlarını da irdeliyor. “Çıkar gruplarının bu örgütlü gücü, siyasetçilerin kendi ürünleri gibi savunmak zorunda olduğu önceden hazırlanmış siyasi kararları doğuruyor…’’ Beck’in tesbitlerinden birisi de siyaset mekanizmasının giderek onların bir reklam ajansı gibi hareket etmesi.

Diğer taraftan yurttaş inisiyatif grupları ve yeni toplumsal hareketlerin siyasi yelpazede temsili nasıl sağlanacak? Siyasetin sınırları kalktı, devletin büyüsü bozulduysa siyasi merkez nosyonu kimin olacak? Siyasi olan ile olmayan arasındaki dönüşüm bir sistem değişikliğini gerektirecek mi? Siyasal olmayanın, alt siyasete geçişiyle bağlantılı sosyal yapısal değişimler nasıl uyumlaştırılacak. Siyasetin sınırlarının kaldırılmasına kapı açıldığında ortaya nasıl bir yönetim çıkacak. Siyasetin iktidar kaybı, fabrikanın tekelinin kırılması, emek ve üretimin sistemsel değişimi, siyasal olmayanın siyasette yöneticilik rolünü üstlenmek istemesiyle hesap verilebilirlik mekanizması nasıl sağlanacak? Ekonomik sistem, somut alt siyasetin de yürütüldüğü bir alan olarak nasıl bir sorumluluk alacak? Özel alanın gölge kabinesi yasalar ya da kararnamelere ihtiyaç duymadan yaşam tarzında çeşitlilik üretirken, siyasetin topluma etkisi olabilecek mi?

Kitapta felaketlerin bilemediğimiz ve hesap edemediğimiz risklerden kaynaklanacağını anlatan Ulrıch Beck dünyayı uyarıyor. Doğrusu bu soruların, mevcut ve yeni birçok parti tarafından çok tartışıldığını düşünmüyorum. Eskiler statükoyu koruyor, yeniler ise kendilerini ispatla debelenip duruyor. Ancak “risk toplumu” artık önümüzde bile değil. İçimizde!

#ABD
#Ulrich Beck
#Hannah Arendt
#Standard & Poor’s
4 yıl önce
Risk toplumu
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?