|
Dünyanın tabiatı "tek dünya"ya karşıdır

İnsan eğer isterse birbiriyle kesinlikle uyuşmayan iki yargıyı spekülasyonla bağdaştırabilir mi?

Perspektif anlayışımızı kökten değiştiren bu girişimi Hegel, "ebedi yargı" diye ironileştirir.

Tanınmış eseri "Tinin Fenomenolojisi"nde bu şaklabanlığa dikkat çeken ünlü filozof, "Tin bir kemiktir" örneğini verir.

Yani varlığın özü ve en üstün vasfı olan "tini/ruhu" o varlığın bir parçası olan kemik ile özdeşleştirir.

Ruhu kemikle aynı kefeye koyar…

Bu düşünce ve siyaset tarzı bir karmaşadır. Değerlerin, tavır, tutum, inanç, sıfat ve arzuların muğlâklaşmasıdır.

Çağımız açısından bakarsak, bu yaklaşım biçiminin dünyanın şu an maruz kaldığı küresel siyasetteki kaos, karmaşa ve trajedinin "tini" olduğunu görürüz.

Hegel"den farklı bir bağlamda Karl Marks da "Alman İdeolojisi"nde, 19"uncu yüzyıldaki Alman burjuvazisinin siyasi değerlerindeki muğlaklığı ve krizi inceler.

Bu eserde Marks, küreselleşen dünyamızın içinde bulunduğu karmaşaya benzer bir portreyi analiz eder.

O dönem Alman burjuvazisinde kökleşmiş olan etik ve ahlaki değerlerdeki amorfluk/şekilsizlik, krizler karşısında burjuvanın "siyasi bir sınıf" olarak hareket edemeyişine neden olur.

Marks"ın o dönemdeki Almanya için yaptığı teşhis, günümüz küresel politikalarında pasif kalan aktörler için de geçerlidir.

***

Küreselleşmenin yön verdiği uluslararası ilişkiler pratiği, bu anlamda zengin bir arşiv niteliğinde.

ABD, AB, Rusya ve Çin"in belirleyici olduğu küresel siyaset, kendi içinde çelişkilerle dolu.

Her şey şekilsizleşirken en radikal ve en liberal yaklaşımlar, iç içe geçmiş durumda.

En zıt uçlarda konumlanan düşünce ve aktörler paradoksal bir biçimde benzer refleksleri gösteriyor.

Alternatif diye sunulan yaklaşım, bir bakıyorsunuz karşı çıktığının işlevini görüyor.

Muhafazakâr, solcu ve liberaller arasındaki modern veya post-modern şekillerde tezahür eden suç ortaklıkları, "diplomatik başarı" görülerek alkışlanabiliyor.

Neo-liberallerin sancağı olan apolitiklik ve sivil toplum aktivizmi, küresel siyaset anlayışının omurgası haline geldi.

Kitle mücadelesi yerine grup ve atomik yapılanmalar ile profesyonel aktivizm "siyaseti" öne çıktı.

Radikallerin çevre, feminizm, azınlık hakları ve soysal adalet benzeri bütün düşünceleri küreselleşti.

Aktivizmin önü açılırken siyasi eylem ve teorilerin hareket alanları ise giderek sınırlandı.

Herhangi bir fikrin savunucuları kendi halklarıyla temas yerine dış dünyadan destek bulmaya, dış dünyayı pazar alanı olarak görmeye başladı.

Sadece aktivistler değil edebiyatçı, müzisyen ve sinemacılar da kendi toplumlarından çok uluslararası kamuoyuna seslenmeye, oradan ülkelerine ulaşmaya başladı.

Çin"in bağımsız sinemacıları Çin halkı yerine yabancı ülkelerde seyrediliyor. İran sinemasının rejim aleyhtarı filmleri de öyle.

Bir nevi "küresel sivil toplum" anlayışı egemen hale geldi.

Neo-liberal kozmopolitanlık adeta sistemleşti.

***

Batı dünyasının aydın ve burjuvalarında erdemli bir siyasi bakış açısının olmayışı, halkların güç ile olan ilişkilerini de dönüştürdü.

Liderler inandıkları gibi değil güç merkezleriyle ilişkilerine göre "eklektik" davranmayı ilke edindi.

Weber"in Protestan Ahlak ve Kapitalizmin Ruh"unda dile getirdiği "consulsive self-importance /insanı allak bullak eden-sarsan özgüven/özsaygı"dan eser yok liderlerde.

Radikaller küreselleştikçe, siyasi görüşleri de ruhanileşmeye, dünyadan uzaklaşmaya ve gerçeklikten kopmaya başladı.

Terry Eagleton bile sırf bu nedenle ateist ve dinsizleri İncil"i okumaya, siyasi ve tarihi bir metin olarak kutsal kitabı analiz etmeye davet etti.

Neo-liberal kozmopolitanlık, dünyadaki bazı bireylerin güvenliği ve refahını, neredeyse ulusal değerlerin veya bir ulusun güvenliğinin önüne çıkarmayı meşrulaştırdı.

Batılı elitlerin açık bir dünya görüşlerinin olmayışı her şeyi güvenlik sorunu haline getirdi.

Güvenlik saplantısı, sorumluluk almayı ve makul olmayı yok etti.

Bu da sivil toplum çağında ironik bir biçimde her sorunun askerileşmesine, kültürel meselelerin bile militer mantıkla ve tehdit olgusuyla ele alınmasına yol açtı.

***

Batı siyasetindeki bu kaos ve muğlaklık, küresel hegemonya arayışlarının günlük güneşlik havasını da kararttı.

Oysa 1991"lerde Amerikan dış politika temsilcileri ve akademik çevreleri oldukça iyimserdiler.

Hemen her konuda dünyayı, hayatın zevkini çıkarmaya çağırıyorlardı.

Sovyetlerin çöküşü, ABD öncülüğündeki "küresel kapitalist devrimin" artık durdurulamayacağı inancına yol açmıştı.

Benzer düşünceler Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı"ndan sonra da yaygın hale gelmişti.

Birinci Dünya Savaşı"ndan sonra dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson, Doğu Avrupa için "demokratik self-determinasyon" çağrısında bulunmuş ve Milletler Topluluğu"nun olası saldırıları önleyeceğini ummuştu.

Ancak Milletler Topluluğu Almanya, İtalya ve Japonya"nın yayılmacı emellerini dizginleyemedi.

Yine İkinci Dünya Savaşı"ndan sonra dönemin ABD Başkanı Franklin Roosevelt, BM çatısı altında SSCB ve ABD"nin Asya, Afrika ve Ortadoğu"da "demokratik dekolonizasyon" projesine başlayacağını açıklamıştı.

Bu açıklamadan üç yıl sonra SSCB, Doğu Avrupa"yı "Demir Perde" ilan etti ve 1948 arifesinde Soğuk Savaş başladı.

Dekolonizasyon yani sömürge yönetimlere son verme çabası demokrasi değil diktatörlüklere yol açtı.

Gana"dan Mısır"a ve Endonezya"ya kadar üçüncü dünyada kapitalizm değil diktatörlükler egemen oldu.

SSCB"nin 1991"de çökmesinden sonra bu kez üçüncü demokrasi dalgasının dünyayı kasıp kavuracağı vehmi doğdu.

Liberalizmin daha da kökleşeceği umudu yeşerdi.

Ancak bu süreç, Zizek örneğinde olduğu gibi batılı aydınları ve muhalifleri birer post-modern film eleştirmenine dönüştürmekle sonuçlandı.

New York Times"ın ünlü yazarı Thomas Friedman, 1999"da yayınladığı "The Lexus and The Olive" isimli kitabında üçüncü demokrasi dalgasının temsil ettiği küreselleşmeyi "gelecek" olarak resmetmişti.

Friedman"ın iddiasına göre liberal değerlerin hakim olduğu küreselleşme, dünyayı engebelerinden kurtararak düzleştirecek ve herkes Brooklyn"den Burundi"ye hiçbir zorlukla karşılaşmadan Lexus"uyla güvenli bir şekilde yolculuk yapabilecekti.

Fakat 11 Eylül 2001"deki saldırılar, ABD"nin küreselleşme ve tarihin sonu tasavvurunu radikal bir biçimde dönüştürdü.

George W. Bush ve ekibi, kendi haline bırakılan dünyanın liberalleşmesinin zaman alacağını düşünerek kapitalist ve demokratik devrim sürecini "tarihe müdahale edip" hızlandırmaya karar verdi.

Böylece Friedman"ın küresel simgeler olarak nitelediği teknoloji, refah ve zenginlik kaynağı Lexus cipi ile barış, huzur ve adaleti temsil eden Olive/zeytin ağacı, yerini ölüm kusan Amerikan Humvee"lerine bıraktı.

Ve tarihe spekülasyonla müdahale eden ABD, dünyanın "ebedi yargısı"yla karşılaştı.

Çünkü dünyanın doğası aslında küreselleşmeye de "tek dünya"ya da muhaliftir.

11 yıl önce
Dünyanın tabiatı "tek dünya"ya karşıdır
Demek ki, neymiş?
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...