|
"Yek katre-i hunest ve hezar endişe"

Hayat bir muharebe değil bir muarefe alanıdır.

Bu yüzden her şey tariftedir ve tarifle başlar.

Antik Yunan filozoflarından Aristo insanı, ''zoon politiko'' (düşünen bir anima) diye niteler.

Anima, yani yaşayan bir hayvan, canlı veya ruh.

Yunan, Hıristiyan, Yahudi ve Roma düşüncesinin kokteylinden oluşan Batı aydınlanmasının kurucularından Rene Descartes (1596-1650) ise ''düşünen özne'' diye ifade eder insanı.

Descartes, ''cogito ergo sum'' (düşünüyorum o halde varım) cümlesiyle özetlediği insanı evrenin merkezine koyarak hümanizmin 19. yüzyılın başlarında bireyi ''tanrılaştıran'' yaklaşımının temellerini atar.

Hümanizmin neredeyse ''kadir-i mutlak'' hale getirdiği bireyi reddeden Karl Marks (1818-1883), onu üretim ilişkilerinin çarkında dokunan bir kumaşa, iradesiz bir ''nesne''ye indirger.

Kendinden önceki bu filozofların aşırı uçlarda seyreden yaklaşımlarını saçma bulan Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900), ''insan sadece gülebilen bir hayvandır'' çıkışında bulunur.

Akıl yerine arzu ve bilinçaltını ölçü alan Sigmund Freud''a (1856-1939) göreyse insan, ne düşünen bir özne (tanrı) ne de iradesiz bir nesnedir (kul).

O, dünyanın kıyısına bırakılmış bir kader kurbanıdır.

Her şey gibi kendi hakkında dahi yanılgılar üretip üstelik ürettiği bu yanılgılara da hakikat diye inanan, arzu ve endişelerden ibaret bir yığındır sadece.

İşte şu an Batı düşüncesinde en çok rağbet gören insan, Freud''un bu ''agnostik'' insanıdır.

Freud''un ''bilinçaltının kölesi'' diye tanımladığı bu ''düşünen ruh'', günümüzde ölüm riski ve fiziksel ceza gibi dış bir baskı olmadığında arzularına karşı iradesini kullanamayan aciz bir ''psikolojik organizma'' konumundadır artık.

***

Batılı bireyin kendini tanrılaştırma serüveninin bir kabusa, hiçlik, inançsızlık ve yıkıma dönüşmesinin kökeninde üç kritik gelişme yatar.

Bunlar sırasıyla Otuz Yıl (1618-1648), I. (1914-1918) ve II. Dünya Savaşları''dır (1939-1945).

Otuz Yıl Savaşları''ndan sonra ''din'', I. Dünya Savaşı''ndan sonra ''vatan'' ve II. Dünya Savaşı''ndan sonra da ''ideoloji'' uğruna savaşmaya dair bütün inancını yitiren Batı insanı, içine düştüğü ruhsal girdap, şüphe ve karmaşadan hâlâ çıkabilmiş değil.

Avrupa tarihinin en kanlı sayfalarını oluşturan bu üç kaotik trajedi, Aydınlanma düşüncesine ait hümanist, liberal ve kapital ideolojinin kutsal zırhlar giydirdiği modern bireyin bütün rasyonel ve ruhsal değerlerini alt üst ederek onun ''kadir-i mutlaklık'' iddiasına dramatik bir biçimde son verdi.

Belli bir tarihsel kesitten, toplumsal norm, kültürel bakış ve ruhsal noktadan hareketle dile getirdiği düşünce ve arzularını, dünyaya evrensel/değişmez ve doğal değerler diye dayatan Batılı bireye son darbe ise en güvendiği bilimden geldi.

Kuantum fiziğinin gelişmesiyle rasyonel akıl bile artık düzensizlik, raslantı ve belirsizliği bir kural olarak kabul etmeye başladı.

Örneğin Batılı pozitivist aklın istatistiki determinizmine kazan kaldıran Albert Einstein (1879-1955) isyanını ''Tanrı zar atmaz!'' diyerek dile getirdi.

Henri-Louis Bergson (1859–1941) ise araçsallaştırılan aklın sempatiden yoksun olduğunu kaydederek hayatı ancak sezgilerin aydınlatabileceğini ileri sürdü.

Modern matematiğin kurucusu Kurt Gödel de (1906-1978) herşeyin öznel olduğunu, mantığın kendisinin bile artık mantıksal veya matematiksel olarak doğrulanabilirlik olmaktan çıktığını savundu.

Ve gelinen noktada Nazizm, faşizm ve Stalinizm gibi akla aykırı otoriter düşüncelerin 20''inci yüzyılda yol açtığı siyasal ve ruhsal krizlere karşı Batılı birey, teslim bayrağını çekmek zorunda kaldı.

''Düşünüyorum öyleyse varım'' diyerek böbürlenen insan, 350 yıl sonra teselliyi geçeküstücülük, psikanalizm ve varoluşçuluk gibi ''akıldışı reçeteler''de aramaya başladı.

***

Descartes ve Hegel''in ''evrensel aklı''na karşı varoluşçuluk bireyin irrasyonelliğini ve mantıksızlığını ortaya koydu.

Absürdü/saçmayı savundu.

Aydınlanma düşüncesinin bütün neden ve amaçlarından uzaklaştı.

Nihilizme/hiçliğe kaçtı.

Varoluşçuluğun savunucularından Jean-Paul Sartre (1905- 1980), 1938 yılında yayımlanan ''Bulantı'' isimli eserinde, hiçliği ve temelsizliği şu sözlerle yüceltir: ''Varolan her şey nedensiz olarak ortaya çıkar, zavallılıkla varlığını sürdürür ve raslantı sonucu ölür gider.''

İkinci Dünya Savaşı''nın arefesinde, Avrupa''nın akıl ve varlık (ruhsal) krizi daha da katmerlenir.

Nazizmin derinleştirdiği travmayı tedavi etmeye çalışan Edmund Husserl (1859-1938), basit ve sade gözlemlere dayalı fenomenoloji yaklaşımıyla jakoben akla savaş açtı.

Avrupalı insanın varoluş krizinden çıkmasının tek yolu bulunduğuna işaret eden Husserl, ''Avrupa ya ruha ve akla duyduğu nefretle yok olacak ya da felsefi akılla yeniden doğacaktır'' uyarısında bulundu.

Avrupa''ya köklerine yani Yunan ve Hıristiyan düşüncesine yeniden dönmeyi salık verdi.

Ancak beklediği olmadı.

Martin Heidegger (1889-1976) ise ''Hümanizm Üzerine Mektup'' (1947) isimli eserinde, insanın kendini tanrılaştırmasına duyduğu tepkiyi ve hümanizm karşıtı tezlerini dile getirdi.

Yunan düşünürü Platon''un ''filozof kralı''na karşı Fransız Sartre''ın savunduğu ''insan-kralı''nı eleştiren Heidegger, insanın kral (sorumsuz) değil ''varlığın çobanı'' olduğunu, bu dünyada bir sorumluluk ve yükümlülüğünün bulunduğunu hatırlattı.

Hem pozitivist aklın varlığımızdaki merkezi rolünü hem de insanın kendini bu dünyada tek değer kabul etmesini reddeden Heidegger, ''Hümanizm, insanın özüyle olan ilişkisini sorgulamaz, hatta buna engel olur'' itirazında bulundu.

***

Avrupalıların akıl ve ruh krizi II. Dünya Savaşı''nın yol açtığı eşi benzeri görülmemiş yıkımdan sonra daha da derinleşti.

Bu travmanın ardından Avrupalı insan artık yaratandan kopuk ve kendinden menkul bir varlığa dönüştü.

Albert Camus (1913-1960) gibi yazarlar dünyanın saçmalığını ve hayatın umutsuz bir mücadele olduğunu öne çıkardı.

Camus, 1942 yılında yayımladığı ünlü romanı Yabancı''da kahramanına şunları söyletir: ''Herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir. İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.''

İnsanlık tarihinin gördüğü en kapsamlı birer kurumsal terör olan Nazizm ve Stalinizm''in ideolojik batağındaki Avrupa, modern barbarlık biçimleriyle sadece kendisini değil bütün dünyayı da patolojikleştirdi.

Batı barbarlığı, hem her şeyi saçma bulan hem de her şeyi tiranik şekilde kontrol etme eğilimindeki yeni bir insan türünü ortaya çıkardı.

Max Horkheimer (1895-1973), Akıl Tutulması''nda Batılı bireydeki bu akıl hastalığının kökenini insanın doğaya hakim olma yönündeki baskın eğilimine bağlar.

Aydınlanma düşüncesinin vazettiği modern bireyin dünyayı fethetme ideali Avrupa''nın akıl, ahlak ve ruh kriziyle son buldu.

Gelinen noktada modernitenin büyük anlatıları, bütünsel tarih ve kültürel anlayışları önemini kaybetti.

Acının ve güçsüzlüğün ideolojisi olarak Post-modernizmin atomik, yerel ve parçalı düşüncesiyle ''everything goes-her şey gider'' yaklaşımı öne çıktı.

Bütün bir XX. Yüzyıla musallat olan Avrupa''daki bu akıldışılık bugün İslamofobya, Baas ideolojisi, İsrail siyonizmi, etnik çatışma, otoriter ve darbeci vesayet rejimleri gibi modern ırkçılık biçimleriyle başta İslam coğrafyası olmak üzere bütün dünyayı hâlâ derinden inletiyor.

***

Ne yazık ki, geçen yüzyıldaki insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen Avrupa''daki ahlaki ve aklî çöküşün yerini adalet ve erdemle bezenmiş bir siyaset alamadı/alamıyor.

Bu gidişle alamayacak da.

Çünkü ahlak ve akıl, günümüzde siyasi ve düşünce dünyamıza hâlâ çok uzak iki kavram.

Bu zorluğu aşabilmenin tek yolu Şeyh Sadi-i Şirazi''nin (1193- 1292) mezar taşına kazınsın diye yazdığı şu dizede yatıyor: ''Yek katre-i hunest ve hezar endişe'' (insan, içinde sayısız endişe taşıyan bir damla kandır.)

Eğer insanın bu tarifini kılavuz edinebilirsek, o zaman hayatın muharebe değil bir muarefe (karşılıklı birbirini tanıma ve tanışma) alanı olduğunu da kavrarız.

İşte o vakit bize umutsuzluk aşılayanları alt ederiz…

11 yıl önce
"Yek katre-i hunest ve hezar endişe"
Bunun adı "yargıçlar hükümeti" de değil
İdlib’de kırılan vazo..
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar