|
Akla nezaket yaraşır, güdülere içtenlik

İki yazar, iki kadın...

Ve sözümona iki büyük aşk...

Önce iki kadın. Işıklar altında ezilen iki zavallı.

Marlene Ditrich ve Marilyn Monroe.

Çağdaş Batı kadınını temsilen ihmale gelmez iki ikon. Amerikan tarzı sığ duygusallığın ürünleri. Birer yapıntı. Biri güya la famme fatale, diğeriyse sanki pamuk prenses.

* * *

Marilyn Monroe...

Başlıbaşına bir fenomen...

Çevresince ''et'' olmaya indirgenmiş bu kadının bütün çırpınışları gerçekte onu sarıp sarmalayacak bir ''ruh'' aramaktan ibaretti. Bir mesih. Bir kurtarıcı. Karşısına Arthur Miller çıktı. Bir yazar.

Zannediliyordu ki ancak bir yazar kelimeleriyle bir kadına şifa verebilir, hayatı, güzel bir kadın için bile olsa, ancak bir yazar yaşanmaya değer kılabilirdi.

Umuttan çok temenniydi. Belki de bir hüsn-i kuruntu. Çünkü bir yazar bir kadına (bir kadının kendisine) değil, verse verse ancak bir kadın fikrine, bir kadının hayaline şifa verebilirdi.

Olsun, ortak yönleri vardı hiç değilse. İkisi de museviydi.

Evlendiler. Bir başka deyişle işbirliği yaptılar.

Miller, bu süreçte Monroe''yu aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Kaprisler çatıştı. Birlikteliklerinin sahiciliği en çok Mesut Yılmaz-Tansu Çiller''inki kadardı. Bir tür ''featuring''. Özde değil, sözde düet.

Başkaları nezdinde akıllı, başkaları nezdinde güzel görünmek istediler, ve sonunda aynı sesi çıkarmak için uğraşmanın bedelini ödediler.

Dipnot değeri yüksek sayılabilecek bir ilişkidir.

Hepsi o kadar!

* * *

Marlene Ditrich...

Eski bir efsane... sönmüş bir yanardağ taklidi...

Bu yüzden cazibesi kalmamış bir hikâye.

Güya kötücül kadın. Dişil iktidarın sembolü. Sınırsız. Duygusuz.

Sadece sürtünerek varolabilen bir oksijen patlaması.

Bir erkek kadar değil, bir erkek gibi şehvetli. Bu nedenle sözde sevgililer ordusunda sadece erkekler yok. Bir Holywood dramı. Ne Alman, ne Fransız, ne Amerikalı, hiçbiri ama aynı zamanda hepsi!

Her insan kadar sevgiye muhtaç, sevmeye ve sevilmeye...

En sonunda o da bir yazarla tanışır, belki kendisini etin iktidarından kurtaracak bir nefesle... şefkat gösterebilecek bir ruhla... kendisi gibi aidiyet duygusundan mahrum bir yurtsuzla... Hani şu ünlü “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok”un savaş karşıtı yazarıyla... Erich Maria Remarque''la...

Ne büyük aldanış!

* * *

Coincidentia oppositorum... Çokluk yanlış anlaşılır bu ilke. Aslâ yapıntılarda birleşen/birleştirilen bir mahiyet değildir “zıtların birliği”... Bir araya gelmek değil, çiftleşmek değil, birleşmektir kastedilen.

Remarque''la Dietrich için geçersizdi bu. Çünkü onlar ne çiftleşmeyi, ne de birleşmeyi istediler.

Önce küçük bir iki ayrıntı:

Remarque''ın adına dikkat ettiniz mi? Önce Erich''e. Alman kökenine. Sonra da Maria''ya. Annesinin adına.

Soyadının hikâyesi daha da karışık. Aslı Kramer. Tersten okunuşu Remark. Fransız köklerine işaret etmek içinse Remarque.

Hem Alman, hem Fransız. Kısaca Erich Maria Remarque.

* * *

Tanıştıkları gecenin iki anlatımı var, özellikle kapanış sahnesinin...

A) Kızının dilinden Dietrich şöyle anlatır:

— Remarque ile sabahın ilk ışıklarına kadar sohbet ettik. Harikuladeydi. Sonra bana gayet ciddi bir ifadeyle baktı ve dedi ki: “Size bir şey itiraf etmek zorundayım: Ben iktidarsızım.”

“Ah, ne kadar iyi!” dedim. Bunu öyle bir rahatlamayla söylemiştim ki! Çok mutluydum. Sadece konuşup uyuyup birbirimize şefkat gösterebilirdik. Her şey ne kadar kolaydı.”

B) İkinci anlatıma göre Dietrich bu duruma şöyle tepki vermiştir:

— “Tanrım, nasıl da rahatlamıştım. Tanrım! Ben bu adama aşık oldum.”

* * *

Dietrich-Remarque arasındaki ilişkiyi “20. yüzyılın en son büyük aşkı” şeklinde tanıtıyorlar.

Bir aşk gösterisinin bayağılığını analiz için Remarque''ın Dietrich''e yazdığı mektupları okumanızı öneririm. Sahte şehvet gösterisinin bütün unsurları var orada. Çamur banyosu kıvamında. Cıvık cıvık. Kelimelerden yapılmış bir havuzun içinde hem de.

* * *

Saf şehvet iddiasında bir kadın ve saf şefkat iddiasında bir erkek.

Ne hazin bir denklem değil mi?

Oysa Doğu irfanı değil şehvetsiz aşka, şehvetsiz ibadete bile itibar etmemiştir.

Gelenek aşkı şöyle tanımlıyordu: “şehvetle birlikte fart-ı mehabbet”, yani cinsel güdülerin eşlik ettiği aşırı sevgi.

Kaal ehlince, neden sonra, ''şehvet/beden'' kaydı bir kenara itilmiş ve hikmet''in yerini hikemiyât almıştır. Hikemiyat, yani iktidarsız aşk edebiyatı.

İktidarsız aşkı mümkün kılan ancak çıkar hesabıdır. İşin içine hesap girince, o ilişkiye aşk demek bile caiz değildir.

Rahatsız edici ama yine de söylemek zorundayım: Aşkın her zaman güdülerin hesapsızlığına ihtiyacı vardır. Çünkü içtenlik sadece güdülere yaraşır. Nezaket ise akla.

* * *

Küçük bir katkı:

Mehmet Barlas dünkü yazısında Michelangelo''nun Musa heykelini “Vatikan''daki San Pietro Kilisesi''nde gördüğünü” yazmış. Bu mümkün değil, çünkü bu heykel Vatikan''daki San Pietro Kilisesi''nde değil, Vincoli''deki San Pietro Kilisesi''ndedir. Vatikan''da olansa sanatçının Musa heykeli değil, Pieta heykelidir. (cundioglu@gmail.com)

13 yıl önce
Akla nezaket yaraşır, güdülere içtenlik
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…