|
Bir çelebi gibi, neş"eyle...

''Çelebi'' sözcüğü, Türk irfanının, yazıldığı takdirde, inanın, okunacak en ilginç, en sevimli hikâyelerinden birini gizler sînesinde.

Çelebi''nin kökündeki ''çalab''ı Yunus''un lisanına âşina olanlar hemen hatırlayacaklardır:

— Gönül Çalab''ın tahtı, Çalab gönüle baktı...

Yunusumuzun da işaret ettiği gibi, gerçek terbiyecimiz, öğreticimiz, efendimiz, çalabımız olan Tanrı, bizim beynimizde değil, gönlümüzde ikamet eder, bizleri eylemlerimizle değil, aksine o eylemlere hakikatini kazandıran niyetlerimizle değerlendirir. Bizlere vereceği notu, gönlümüze bakarak verir. Eylemlerimizdeki kusurları, noksanları değil, gönlümüzün temizliğini, safiyetini, arınmışlığını ölçü alır.

Hz. Pir-i Mevlâna''nın dediği gibi, Hak, koca âleme sığmaz ammâ bir tek kulunun gönlüne sığar. Çünkü o gönül, Çalab''ın tahtıdır. Ve Çalab başka bir yere değil, kulunun gönlüne bakar.

Özetle, çalab, Tanrı''nın sıfatlarındandır. ''Efendi'' demektir. Arapça''daki ''Rab'', bu kelimenin, yani çalab''ın tam karşılığıdır.

''Rab'' kelimesinin aslında da —aynı kökten türeyen ''terbiye'', ''mürebbiye'' kelimelerinden de hatırlanacağı üzere— ''öğreten'', ''eğiten'', ''yetiştiren'' (muallim) mânâsı vardır. (İbranice''de din adamlarına ''rabbi'' denir.)

* * *

Hikayesi yazılmadığı için pek bilinmez, çelebi sıfatının halk dilindeki en yakın ve en açık anlamı şu ifadelerde gizlenir:

— "Allâhlık adam", "Allâhlık Ali Bey"

''Allâhlık'' sıfatı, Türkçe''de saflığı, temizliği, hatta aldatılmaya elverişli olacak denli saf ve temiz karaktere delâlet eder. Olumlu mânâda bir iltifattan ziyade, çoğunlukla bir hafife alma, bir istihza, bir küçümseme kasdıyla kullanılır.

Çelebi sıfatı ise tam böyle değildir. "Ne çelebi adam!" denildiğinde, o kişinin ne kadar nazik, ne kadar ince ve görgülü, ne kadar zarif ve kibar biri olduğu kastedilir.

Çelebi''nin, eğitimli ve görgülü kimseler için kullanılmasının sebeplerinden biri de budur. Çelebi, aynı zamanda ''şehirli'' demektir. Geçimini kol kuvvetiyle kazananların tam karşısında durur bu sıfat. Yani köylüler, toprağa bağlı olanlar da bu mânasıyla çelebi olamazlar, savaşçılar da. Çelebi hem naziktir, hem de nazenin. (Hem alp, hem eren olabilmeyi başaran çelebilere ayrıca temas edeceğim.)

* * *

Çelebilik, üst sınıflara mahsus bir niteliktir. Bu nedenle terbiye edilenler (talebeler) için de kullanılır, terbiye edenler (hocalar) için de.

Ulemadan birçok kimse bu sıfatı taşır. Meselâ Katib Çelebi, Evliya Çelebi, Süleyman Çelebi, Yirmisekiz Mehmed Çelebi, vs.

Kezâ, Fatih devrine kadar Osmanlı şehzadelerine unvan da olmuştur. Fatih Sultan Mehmed''in de unvanlarından biri Çelebi''dir.

Ayrıca Hz. Mevlâna''nın ve Hacı Bektaş Velî''nin soyundan gelenlere de ''çelebî'' denilir. Meselâ Mevlevi dedelerinin bir çoğu birer isim gibi çelebi unvanı taşırlar. Cumhuriyet devrinde bile.

Ne ki İbn Kemal''in şu açıklaması çelebiliğin soyla sopla olmayacağı hususunda gayet açıklayıcıdır:

Çelebilikte bilin medhali yoktur nesebin

İlim ile muttasıf olan kişi olur çelebi

Kısacası, ilimden nasibi olmayanlar sırf soy aracılığıyla çelebilik sıfatı kazanamazlar.

Buna mukabil, çelebilik sırf ilimle de olmaz. Çünkü ulema sınıfından çelebi olamayan nice zevat vardır.

Peki o hâlde çelebilik için başka ne gerekir?

İrfan!

Evet, sadece ilmi değil, irfanı da olmalıdır kişinin. Sözleri de, davranışları da ilim ve irfan vasıtasıyla incelmelidir.

* * *

Birgün çelebilerin ve çelebiliğin hikayesini etraflıca yazacak dostların dikkatini küçük bir ayrıntıya çekmek isterim:

Çelebi ünvanı taşıyan âlim ve âriflerin önemli bir kısmının meşrebi İşrakîliktir. Yani Çelebiler çokluk Aristotelesçi (peripatetik/meşşâi) değil, bilâkis Platoncu (işrakî) bir felsefî tavrın sahibidirler. Kâtib Çelebi, Yirmisekiz Mehmed Çelebi gibi birkaç isme istinaden böyle bir iddiayı ortaya atıyor değilim. Çünkü çelebilik, ehl-i ilimden ziyade ehl-i irfana mahsus bir sıfattı ve Osmanlı''da hukemadan olan sûfîlere (filozof-sûfilere) işrakî denirdi. Yani tüm melâmilere.

* * *

Ömer Seyfettin''in Pembe İncili Kaftan hikâyesinde yer alan Muhsin Çelebi karakteri, melâmilik nazar-ı itibara alınmadan aslâ lâyıkıyla anlaşılamaz.

Melamet neşesi olmayan çelebi olamaz çünkü.

Melâmet neşesi olmayan devlet karşısında tek başına devlet gibi davranamaz.

Melâmet neşesiyle hareket etmeyen, kaftanını da, devletini de arkasında bırakarak kayıplara karışamaz.

İşrakî tavrın sahipleri, Osmanlı devrinde halk içinde hakla olmanın, kalabalıklar içinde tek kalabilmenin sembolleriydiler. Ferd (birey) ve ferîd (biricik) olmanın numûne şahsiyetleriydiler.

Son Samuray''ın dindarlığını hatırlıyor musunuz? Fedakârlığını, cesaretini, savaşçılığını? Mabedde huşû ile dua edişini, kutsal metinleri okuyuşunu?

Hiç değilse, Muhsin Çelebi''ye de öyle hatırlayınız!

* * *

3 Şubat Salı akşamı, saat 10 sularında telefonum çaldı. Taksim Atatürk Kitaplığı''ndaki dersi bitirmiş ve henüz eve gelmiştim. Bir dostumun, Kenan Sözen''in, durumunun çok ağırlaştığı ve Cerrahpaşa Hastahanesi''nin Acil kısmına yatırıldığını söylediler. "Gelsem iyi olacak"tı. Akciğer kanseriydi, tümör beyne sıçramış ve ameliyat olmuştu. Bu arada böbrekleri ve karaciğeri de bitmişti.

Hemen gittim. Odaya girdim. Kendisini tanımakta güçlük çektim. Ama o çekmedi. "Merhaba üstadım! dedi, tebessüm ederek. Zorlukla nefes alıyordu.

Dedi ki:

— "Üstadım, bak, gram gram ölüyorum... Ölümü buram buram kokluyorum...

Belki sizlere ölüm oradan çirkin görünüyor... Oysa hiç de öyle değil... Ölüm buradan bakılınca çok güzel...

Biliyorum... Gram gram ölüyorum çünkü.

Herkes birbiriyle acıyı ve sevinci paylaşıyor ama bak kimse kimseyle ölümü paylaşmıyor...

Kişi ölürken Rabbiyle başbaşa...

Herkes yalnız ölüyor üstadım!"

* * *

Kenan iki gün sonra vefat etti. Cuma günü de kendisini toprağa verdik.

O bir çelebi''ydi. Tebessüm ederek gözlerini yumdu.

Ben de bir melâmî gibi, neş''eyle ve sevinçle, sağ elimin işaret parmağını semaya kaldırıyorum ve sessizce sırrıma sesleniyorum:

Hüve''l-Baki.

15 yıl önce
Bir çelebi gibi, neş"eyle...
NATO, sağ ve sol
Bulanmadan, donmadan...
Benlik’ten daha yüksek değerler…
“En büyük hayal gelin olmak, evlenmek değil!”
Hz. Âdem kaç yıl önce yaşadı?