|
Bir geleneksel zihniyet çözümlemesi

— “There really is no such things as Art. There are only artists.”

“The Story of Art” adlı ünlü eserine işbu cümlelerle başlar Ernst H. Gombrich.

Hem de sözü hiç uzatmadan...

Veciz bir biçimde...

— “Esasen sanat diye bir şey yoktur! Sadece sanatçılar vardır.”

Sanatçılar olduğu için de sanat eserleri...

Başka bir deyişle sanat üzerine, sanatın özü üzerine konuşmayı mümkün kılan sanatçıdır. Yaratıcı ve eseri.

Tümevarımcılığın hasıdır bu bakışaçısı. Tümellerin gerçekliğine inanmaz. Dolayısıyla sanatçıyı ve sanat eserini ihmal eden bir soyutlamanın sanata dair zihinsel düşünümlerinde de sahicilik bulmaz.

Önce insan der. Önce eylem.

Sonra kuram.

* * *

Tarih sözkonusu olduğunda da aynı ikilemle karşı karşıya geliriz. Bir tarafta tarihçi, bir tarafta tarihî hâdiseler vardır.

Peki ya tarih?

Tarihin kendisi nerededir?

Bakışımızı tarihî hâdiselerden önce bizzat tarihçinin kendisine çevirmemizi salık veren İngiliz tarihçi Edward H. Carr''ın şu sözünü hatırlamanın tam da sırası:

— “Study the historian before you begin to study the facts.”

Yani,

— “Gerçekleri incelemeye başlamadan önce tarihçiyi inceleyin!”

Kitabının başlığı bu açıdan ironiktir: “What is History?”

“Tarih nedir?” diye sorar Carr, cevabını ise tarihçinin tutumunda arar.

Tarihçi yoksa tarih de yoktur demeye çalışır.

Bilinç, olguları hizaya sokmakla yetinmez. İşi salt tasnif ve tahlil değildir bu yüzden. O, olguları meydana getirir, onları vareder. Seçer, sıralar, belirler.

Sorun da burada değil midir?

Neye göre?

Hangi kıstasa, hangi ölçüte göre?

Demem o ki bu öncelik dâvâsı, halli kolay umurdan değildir. Bilenler bilir, parçadan bütüne gitme umudu sadece tek yanlı değil, aynı zamanda naif bir düşünme biçimidir.

Okullarda çocuklara böyle öğretilir. Bu anlatıların pedagojik bir değeri vardır ama hakikati yoktur. Hakikati, yani hakikate mutabakatı...

Her tarihçi bir tarih içinde doğar, her sanatçı bir sanatsal çerçevenin ortasında...

Tarih tarihçiden de, tarih eserlerinden de öncedir denebilir bu açıdan bakıldıkta.

Dışına çıkmanın çok güç olduğu zihin haritalarının içinde gezinir dururuz her birimiz. Tarihçiler de, sanatçılar da, düşünürler de...

Kimseye öyle kolayca tümevarım lüksü verilmemiştir. Çaresiz her bilinç öncelikle kendi bütünlüğünden parçalara yönelir. Tikelle tümel, parçayla bütün arasında sürüp giden diyalektik bir salınımdır bu çarpışma.

Bilinç, alışkanlıklarını kolayca yenemez. En objektif, en nesnel, en yansız olduğunu zannettiği anda bilgisizliğinin, taraftarlığının, bakışaçısı darlığının kurbanı oluverir. Dünyagörüşünün...

Kendisine dışarıdan bakmayı beceremediği için haksızlık eder. Zulmeder. Ayıp eder.

* * *

İşte size ibretâmiz bir örnek:

— “Geleneksel zihniyet nedir?

Bundan böyle ''mutlak metin'' olarak ifade edeceğim bu zihniyet, desteğini Halife Sultan''ın sınırsız ''dinî ve dünyevî'' gücünden alan bir dünya görüşünün kavramlarını oluşturan bir sistemdir.

Mutlak metni oluşturan inançlar:

[i] Kur''an öğretisi,

[ii] tümdengelimci (deductive) Aristo mantığının üstünlüğü,

[iii] mistik gelenekten (tasavvuf) ve fıkıhtan kaynaklanan somut bir idealizmdir.

Bu zihniyet, deneysel pozitivizmin tam tersine ''aprioristik''tir.”

* * *

Yukarıdaki satırları İpek Duben''in “Türk Resmi ve Eleştirisi (1880-1950)” adlı eserinden aktardım.

70 yıllık resim tarihimizi ihata etmek ve bu tarihi vareden bilincin analizine kalkışmak cesaret isteyen bir iş.

Sayın Duben''i cesaretinden ötürü kutluyorum. Hakikaten önemli bir adım atmış.

Ancak bu, geç kalmış bir adım. Henüz sahasına vukufiyet kesbedememiş, hazırlıksız ve fakat iddialı genç bir araştırmacı kadar ideolojik naiflikten gücünü alan bir adım bu. Gayet amatörce.

Çünkü hakkında konuştuğu dünyaya yabancı.

Hâşâ! Türk resim dünyasına değil elbette, bu dünyayı yaratan, etkileyen, belirleyen bilincin dünyasına...

Kendi tabirleriyle “geleneksel zihniyet”in dünyasına...

Hak nazardan saklasın, şu sevimli ''aprioristik'' (!) dünyaya...

Kur''an, Tasavvuf ve Fıkıh''tan türeyen şu somut idealizmi bir kenara bırakıp sorsak acaba sayın Duben hiç değilse bize şu “Tümdengelimci Aristo Mantığı” üzerine mahcub olmayacakları miktarda bir şeyler söyleyebilirler mi?

Hiç sanmıyorum. Birikimleri de müsait görünmüyor, ideolojik katılıkları da.

Ecnebiliğin bu kadarı olmaz. Kimse kendi kültür geleneklerine bu kadar hoyrat, bu kadar tümdengelimci yaklaşamaz.

Zavallı Aristo! Duysa mezarında ters dönecektir, burası kesin!

Deneysel pozitivizm''miş, ne kadar ayıp!

Hel hele şu aprioristik zihniyet...

Bilim-teknik dergilerinden mi bulunur böylesi hoş tamlamalar emin değilim ama görselliğe yatkın zekâların kavramsalın vadisine ayak bastıklarında nasıl da insafsızca genellemelerin arkasına sığındıklarını gayet iyi bilirim.

* * *

İkinci el kaynaklardan hareketle belki tasvirî çalışmalar yapılabilir ama tahlilî (analitik) çalışmalar aslâ!

— “Fikir tarihinin bu kısa dökümü Hilmi Ziya Ülken''in Türkiye''de Çağdaş Düşünce [Tarihi] adlı kitabından yararlanarak derlenmiştir, s. 196-297.”

İşte bu kadar.

Bu kadar yanlış, bu kadar önyargı başka türlü bir araya getirilebilir miydi?

Yardım almadan ve tek başına?..

Aslâ!

* * *

Sayın Duben''e sormak isterdim, kendi kültür ve geleneklerinize karşı bilgisizliğinizi anlayabilirim. Öyle ya, hangimiz ne kadar(ını) biliyoruz ki zaten?

Benim asıl anlam vermekte zorlandığım husus, şefkatsizliğiniz.

Tümdengelimciliği küçümseyen tavrınıza karşın niçin kendi kültür ve geleneklerinizin teorik çerçevesine bu kadar şefkatsiz, bu kadar hoyratça, bu kadar tümdengelimci bir tarzda yaklaşıyorsunuz?

Osman Hamdi Bey''in Mihrab (1901) tablosundaki rahleye oturmuş, o, kutsallarını ayağının altına alan kadıncağız gibi hınçla yaklaşmamalı değil mi geçmişimize?

Bıraktığımız, terkettiğimiz, bu yüzden de artık anlamadığımız, hissetmediğimiz o köhne geçmişi takdis ediniz demiyorum, hakkını veriniz. Öğreniniz.

Bilim çünkü bu! Tarih. Sanat. Düşünce.

Bizzat kendinizin hesabı verilmemiş nice tümden geldiğinizin farkına varınız.

* * *

Çizgiler, renkler kadar kelimelere de ihtimam etmeli!

Dost kadar düşmana da. İnsana.

Amiş Efendi “Ben namazdan ziyade namaz kılanı severim” demiş.

İnsanı yani. İçimizdeki insanı. Hep insanı.

Bu fakir de.

Sevmeye çalışıyorum. Bütün gücümle.

İncitmeden yaklaşmayı beceremediğim insanı.

Hakikat aynasına bakmaktan ısrarla kaçan insanı.

İnsanımı.

Sen de ey talib, lütfen hoşça bak zatına, ve sakın hayvanına ezdirme onu!

İnsanını.

* * *

Not: Ders 9 Kasım''da. Taksim-Tünel''de. Bu sefer 18.30''da.

13 yıl önce
Bir geleneksel zihniyet çözümlemesi
Bir dizi, bir film üzerinden seyirci devşirme operasyonu
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…