|
Bizim palavracılara "empresyonist" denebilir mi?

Üç gün önce, Mehmet Barlas, "Türk gazete yazarlığında empresyonizm hiç bitmez ki" (Sabah, 25 Mart 2009) başlıklı güzel bir yazı yazıp öznel yargılardan, şahsî intibalardan hareketle yapılan genellemelerin nasıl da kolaylıkla bir aldanışa dönüştüğünü anlatıyordu.

Bir yanda Türk gazetecilerinin önyargılara dayalı genellemeleri, öte yanda XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, nesneleri ve olguları kendi doğal ışıkları içinde, anlık renk dalgalanımlarıyla birlikte yakalamaya (sabitlemeye) çalışan empresyonist ressamların çocuksu tutkuları...

İlginç bir benzetme!

Evet, ilginç, hatta etkileyici ve fakat söylemek zorundayım ki haksız bir benzetme.

Türk gazetecilerinin o bildik aculluğu, sığlığı, laubaliliği nerede, Fransız resminin ışığın peşinde koşan serazadlarının o ısrarlı hakikat-arayıcılığı nerede?

* * *

Önce sayın Barlas''ın —hepimizin başına gelebilecek türden— bir iki kalem sürçmesini düzeltmek isterim.

Şöyle diyorlar:

— "Monet''nin 1860 yılında Paris''teki bir sergide yer alan tablosuna "Impression-Güneşin Doğuşu" adını vermesinden esinlenen sanat eleştirmenleri, bu çizgideki çalışmaları ''Empresyonist'' olarak nitelediler."

Claude Monet''nin adı geçen tablosu (Impression, soleil levant) 1872 tarihli olduğuna göre, bu tablonun 1860''da sergilenmesi düşünülemez bile.

Monet''nin 12 tablosuyla katıldığı bu sergi, Fotoğrafçı Nadar''ın Daunou sokağındaki eski stüdyosunda, 15 Nisan 1874 tarihinde ziyaretçilere açılmıştı. Yani Sayın Barlas''ın zikrettiğinden tam 14 yıl sonra.

10 gün sonra, yani 25 Nisan 1874''te, Louis Leroy Le Charivari gazetesinde bir yazı yazmış ve sergiyi İzlenimcilerin Sergisi (L''exposition des Impressionnistes) olarak adlandırmıştır.

Monet ve arkadaşları da Leroy''nın kendilerine taktığı bu ismi sahiplenmekte hiç tereddüt etmemişler, birkaç yıl sonra düzenleyecekleri bir sergiye aynı adı bizzat kendileri vermişlerdir.

* * *

Sayın Barlas''ın sehven zikrettiği 1860 tarihi, serginin açılışıyla değil, belki empresyonizmin ortaya çıkışıyla ilişkilendirilebilir. Zira sanat tarihçileri Empresyonist akımı umumiyetle 1860''tan itibaren başlatırlar.

Ancak biraz dikkat! Monet''yle değil, Manet''yle.

İkisini birbirine karıştıran, farkında bile olmaksızın Manet yerine Monet anlatan meraklı sayısı hiç de az değildir!

Resimlerin üzerindeki imzalara bakıp, "Bazen Monet yazıyor, bazen Manet, eee artık bir karar verse bari!" diyen yaşlı koketin aksine, biz, Claude Monet''yle (öl. 1926) Edouard Manet''nin (öl. 1883) farklı şahıslar olduklarına işaret edelim.

Ve ilkinin, ikincisinin en nihayet kendi üslubunu bulmuş bir takipçisi olduğunu belirtmekle yetinelim.

* * *

Bir benzetme işleminde üç unsuru birbirinden ayırdetmek zorundayız: 1) Benzeyen, 2) Benzetilen, 3) Benzerlik ciheti (vech-i şebeh).

Sayın Barlas, empresyonist ürünlere iki özelliğin damgasını vurduğunu söylüyor: a) bireysellik, b) görülüp duyulanın değil algılananın ağır basması.

Anlaşılması güç bir ifade. Çünkü görüp duymak da en nihayet bir ''algı'' değil mi?

Algılama öznel de sanki görüp duyma nesnel mi?

Atölye ortamında yapılan soğuk tablolar mı renkleri kendi doğallıkları, kendi gerçeklikleri içinde yansıtıyordu, yoksa kendilerini Fontainebleau ormanlarına atan o genç adamların süratle üzerine çöktükleri tuvaller mi?

"Bir resim başlanıldığı yerde bitmeli!" diyorlardı. Çünkü empresyonizm aslında realizmin, hatta natüralizmin bir başka yüzüydü. Kendilerini gerçeğe, zaman içinde geçip giden gerçeğe odaklamışlardı. Çizgileri değil, renkleri öne çıkarıyorlardı. Fırçalarını, çoğu kez de palet bıçaklarını, su üzerinde seken taş kayganlığında tuvale vuruyorlardı. Bu adamlar fırçalarını bezin üzerine sürmüyorlardı, düpedüz vuruyorlardı.

Optik algı böyle gerektiriyordu çünkü. Atölyedeki değil, doğadaki algı. Akıp giden zamanın algısı. İdrak-ı hissî.

* * *

Sayın Barlas''ın dediğinin tam da aksine, empresyonistler doğada, dışarıda, sokakta, toplumun içinde (bir fotoğrafçı titizliliğiyle) gerçeği yakalamaya çalışırlarken, bizim palavracılar, atölyelerinde, kendi zihinlerinde imal ediyorlar tablolarını. Kendi siyasî tablolarını, yani kendi gerçekliklerini.

Türk gazetecileri ile empresyonist ressamlar arasındaki benzerlik cihetinin, "kendi eğilimlerine göre algılayıp çarpıttıkları gerçeği aktarmak"tan kaynaklandığı iddiası, işte bu yüzden su götürür.

— "[Empresyonist] akıma bağlı gazete köşe yazarlarını okuduğunuz zaman, onların toplumun gerçeklerini değil, kendi eğilimlerine göre algılayıp çarpıttıkları gerçeği okurlarına yansıttıklarını görürsünüz."

Bu tesbit bizim palavracılar için geçerli ama empresyonistler için değil. Çünkü onlar, topluma, en nihayet gördüklerini aktarmaya çalışıyorlardı. Bizim palavracılar ise görmek istediklerini...

* * *

— Ressamlar gördüklerini mi çizerler, bildiklerini mi?

Sanat tarihinin bu ünlü ikilemini yeniden kurgulayabiliriz:

— Gazeteciler gördüklerini mi yazarlar, bildiklerini mi?

Bu soruya cevap vermek bile yanlış cevap vermek anlamına gelecektir. Çünkü gazeteciler de —tıpkı ressamlar gibi— bildikleri kadar görebilirler. Ne kadar biliyorlarsa o kadar görebilirler.

Sorun belki de nazar''da değil, nokta-i nazar''da. Yani Sakızlı Ohennes Paşa''nın 1892''deki tanımıyla, resmolunan nesnelerin derece derece büyüklüğünü tayin eden perspektif çizgilerinin kendisinden başladığı ve kendisinde bittiği noktada!

Nazarı, nokta-i nazar belirliyor. Peki, o nokta''yı belirleyen nedir?

Ahlâk.

Belki de Türk siyasetinde yoksunu olduğumuz biricik şey.

Not: Kendilerinden henüz haber alınamayan Muhsin Yazıcıoğlu''nun ve yol arkadaşlarının akibetlerinin hayırla neticelenmesini Hak''tan niyaz eylerim.

15 yıl önce
Bizim palavracılara "empresyonist" denebilir mi?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi