|
Şehrim benim!

Genellikle ''artel'' diye telâffuz edilip yazılan bir kelime vardır Türkçemizde. Çoğul kullanımı daha yaygın, hem de önünde bir sıfatla birlikte: ''ana arteller''.

Doğrusu: ''ana arterler'' olmalı.

Ulaşım terminolojisi içerisinde yer alan bu kelime, geniş caddeler, ana caddeler mukabilinde kullanılıyor.

İlginç olanı şu ki ''arter'' (en azından modern tıp açısından) ''atardamar'' anlamına geliyor; toplardamar''ın (ven) tam karşıtı.

Kan, vücuda arterler aracılığıyla dağılıyor. Peki o hâlde arterlerin ''ana''sı da ne ki?

İlk akla gelen: ''aort''. Yani atardamarların en büyüğü.

Eğer öyleyse, ana-arterlerin belli bölgelerde ''aort'' işlevi gördüğüne ve taşıtların da şehrin bedenine —tıpkı arterler gibi— ana caddelerden dağıldığına inanılıyor demektir.

Bu kullanımın Türkçe''nin yaratıcılığıyla bir alâkası yok elbette.

Türkçe, artık şehri tanımıyor. Hele hele modern şehri.

Bu yüzden kelime düpedüz ithal!

* * *

Osmanlı döneminde ''şiryan'' (arter) ve ''ven'' (verid) şeklinde ikiye ayırılan damarları, Erzurumlu İbrahim Hakkı şu şekilde Türkçeleştirmişti:

1. Can damarları.

2. Kan damarları.

''Can'' kelimesinin seçilmesi gayet yerindedir, çünkü Hipokrat''tan itibaren arter''lerin içinde hava, ven''lerin içindeyse besin bulunduğuna inanılırdı. Nabzın attığının hissedildiği damarlara "can damarları", buna mukabil yeşil görünen damarlara ise "kan damarları" deniliyordu. Nitekim arter''in kökü de ''air''e varır. Yani ''hava''ya..

Can''ın ''ten''in karşıtı olduğu ve Arapça olan ''ruh'' kelimesi mukabilinde kullanıldığı hatırlanacak olursa, Erzurumlu İbrahim Hakkı''nın seçimi gayet isabetlidir.

Bu durumda, ''arter'' kelimesinin kara yollarından çok hava yolları terminolojisi içerisinde yer alması beklenirdi, değil mi?

Öyle olmadı, arter veya ana-arter kelimeleri karayollarıyla sınırlı kaldı.

* * *

Şöyle düşünmek gerekmez mi: Eğer bir şehirde yollar arter, ana arter (aort) şeklinde adlandırılıyorsa, bu durumda o şehrin bir de kalbi olmalı. Hatta akciğerleri de.

Eğer hatırlanırsa, bir zamanlar bir belediye başkanı mezarlıkların "İstanbul''un akciğerleri" olduğunu söylemişti.

Bir düşünün bakalım, İstanbul''un kalbi nerede atıyor?

Daha geçenlerde, metrobüs''le birlikte şehrin nefes almaya başlayacağı söylenmiyor muydu?

Bundan böyle şehrin kalbine stent de takmak, by-pass da, arterioskleroz (damar sertliği) tedavisi yapmak da makul.

İnsan bedeniyle ''şehir'' arasında kurulan bu ilişkinin derin anlamları var hiç kuşkusuz. Tıpkı kadîm siyaset dili''nin yine aynı şekilde terimlerini insan bedeninden ödünç alması gibi, modern şehircilik de insan bedeni üzerinden kendini tanımlıyor.

Cevap vermekle değil, soru sormakla yükümlüyüz: Niçin?

Evet, niçin şehir insan beden''i üzerinden tanımlanıyor? Niçin taşıtların arterlerin içinde hareket ettikleri veya şehirlerin nefes alıp verdikleri varsayılıyor?

Edebiyat olsun diye mi?

* * *

Şehrin kolları da, karakolları da var, ayakları da, bağırsakları da.

Ne dersiniz, sizce şehirlerimizin beyni var mı? Türk şehirleri bir beyne ihtiyaç duyuyorlar mı?

''Başı'' var ya, diyebilirsiniz. Başkanlar var çünkü. Eskiden ''reis'' (Arapça re''s) idi, yani ''baş''. ''Riyaset'' ise başkanlık demekti. (Hepsi de kamu idaresinin terimleri, siyasetin.)

Benim sorum basitti oysa: Şehirlerimizin beyni var mı? Ve tabiatıyla: Aklı?

Baş vardır, o başın bir başkanı vardır, ama belki o başın içinde bir beyin yoktur, olamaz mı?

Lâtife yapmanın sırası değil!

Benim nazarımda, Türk şehirleri, genellikle beyinlerden çok beyinciklerle yönetiliyorlar; yani teorik zekâyla değil, pratik zekâyla. Hikmet-i kadimenin terimleriyle söyleyecek olursam: akl-ı mead''la değil, akl-ı meaş''la.

Felsefesi olmayan bir şehircilik bu. Estetiği yok.

Güzeli tanımayan, bilmeyen, önemsemeyen bir şehircilik.

Her şey halk için ve halka göre. Çoğunluk için ve çoğunluğa göre. Midesiyle ve bağırsaklarıyla alâkalı obur bir kütlenin ihtiyaçları için her şey. Ve her şey onlara göre, kalabalığın seviyesine göre. Ellerinde oy pusulalarıyla şehri ve şehrin geleceğini tehdit eden kitlelerin beklentilerine göre.

Oysa bir şehrin seçkinleri de olur, olmalı. Beyni ve kalbi. Pek tabii ki bir de ruhu.

Şehirlerimizin artık ruhu yok. Hastalanmıyorlar bu yüzden, sadece bozuluyorlar. Bir makine gibi. Cansız bir makine. Ruhsuz.

Makinelerin kalbi olur mu? VE dahî ruhu?

* * *

Köy kelimesi Farsça. Şehir kelimesi Arapça. Kent ise, ruhumuza Kent çikletleri kadar yabancı.

Şehre vurulan her kazma darbesinin bedenimizde ve ruhumuzda izler bırakması, rahneler açması gerekir. Her darbede kalbimiz sızlamalı. Her seçimde.

Her seçim döneminde şehirlerimizin yüzü biraz daha soluyor, solgunlaşıyor, hiç hissetmiyor musunuz?

Hiç mi?

Kendinizde, bedeninizde, ruhunuzda?

Yoksa, "Şehrim benim!" diyemediğiniz için mi hissetmiyorsunuz?

Not: 19 Mart 2009 Perşembe saat: 19.00''da Altunizade Kültür Merkezi''nde.

15 yıl önce
Şehrim benim!
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi