|
Hakikati ancak karanlıkta bulabiliriz

Bir gün Andre Malraux''ya bir Japon ressam şöyle der. — “Biz dışında kalmak isterken siz tabloya dahil olmak istiyorsunuz. Avrupa resim sanatı her zaman kelebekleri yakalamak, çiçekleri yemek ve dansçı kızları öpmek istedi.”

Gerçeğe dokunmak yerine gerçeği avuçlamayı istemenin çiğliği bu kadar mı güzel anlatılır?

Niçin gerçeğe dokunmayı ister insan?

Elbette, onu tanımak için!

Ancak küçük bir temas aracılığıyla... mümkün olabildiğince en hafif şekilde... usulca... incitmeden...

Peki ya gerçeği avuçlamak hırsının sebebi nedir? Kelebekleri yakalamak ihtirasının?..

Bu, aslında “Ancak avuçlarsam bütünlüğe kavuşurum” zannından kaynaklanır.

Bütünü ele geçirmek suretiyle kendi bütünlüklerini kuracaklarına inananlar, aslâ hakikatle aralarındaki mesafeden razı olamazlar. Ne yapıp edip gerçeği avuçlamak isterler.

* * *

Gerçeğin cismaniyetini mıncıklayabildiğim, onu sıkıp parmaklarımın arasından fışkırtabildiğim takdirde ancak onu kavradığıma, ele geçirdiğime, tükettiğime inanabilirim diye farzeder gerçeği inciten her zavallı!

Mesafeye tahammül edemez. Temaşa etmekle de yetinemez bu yüzden.

Temaşanın kökeninde rüyet vardır. Rüyet ve rüya. Düş yani.

“Hakikatle birlikte yürümek” demektir temaşa. Düşlemek demektir. Temaşa eden hayal eder, hakikati tahayyül etmekle de yetinir. Hakikate muhayyilesiyle temas eder. Sadece dokunur. Hiç değilse bir noktadan. Bir kürenin, bir düzleme ancak bir tek noktadan değebildiği gibi.

Hiçbir düzlem küreyi içine alamaz. Çünkü küre, bir düzlemin içinde aynı anda iki noktaya birden temas edemez. Küre, özü gereği, düzlemin dışında kalır.

Gerçeği avuçlamaksa, onu akıl yoluyla zabt u rabt altına almaya çalışmak demektir.

Aklın mengeneleri arasında hakikatin suyunu çıkarmayı arzulamaktır.

Oysa o zavallı bilmez ki hakikat aslâ aklın bakışları karşısında soyunmaz.

Bir tek peçesini mi? Kapısını da akla kapatır. O aklın sahibinin biraz da gönlüne müracaat etmesini bekler. Sabırla.

Hakikat hoyratlığa gelmez.

* * *

Ütopya sahipleri neden hep bir ada farzederler? Ütopyalarını hep bir ada üzerinde inşa ederler?

Kuşatabilmek için. Mekanı bir ada gibi çevresinden bağımsız tasavvur edebilmek için.

Ada, hem bağımsızlığın, yani müstakil oluşun sembolüdür, hem de dört bir yanından sınırlı oluşun...

Ada, kendi istiklâline sahiptir. Kendi sınırlarına. Her daim korunması gerekir bu yüzden. Sarılıp sarmalanması... Kolların (orduların) arasına alınması...

Akıl, hakikati bir adaya hapseder de farkına varmaz. Yaptığı, yapabildiği akletmektir. Farzetmek!

Yani kelebekleri yakalamak... çiçekleri yemek... dansçı kızları öpmek...

* * *

Malum â, Şeyh-i Ekber, gençliğinde iki mürşidden istifade etmiştir.

Bir gün şeyhinin huzurunda, nâdanın Hakkı tasavvurlarındaki isabetsizlikten şikâyetle bu durumun kendisini ziyadesiyle hüzünlendirdiğini söyler genç İbn Arabî. Şeyh Efendi de kendisine şu tavsiyede bulunur:

— “Evlâdım, sen halka değil, Hakka bak!”

Aynı hâl diğer şeyhinin huzurunda vâki olduğunda, o Şeyh Efendi ise bu sefer şu nasihatte bulunur:

— “Evlâdım, sen kendine bak!”

Bunun üzerine İbn Arabî,

— “Allah Allah!” der; “Nereye bakacağımı şaşırdım. Bir üstadım “Hakka bak!” diyor, diğer üstadım ise kendime bakmamı söylüyor. Şimdi ben nereye bakacağım?!”

Bunun üzerine, şeyhi, “Evlâdım, ikimiz de hakikati kendi hâlimizden/kendi hâlimizce dile getiriyoruz. Bu iki bakış birbirine aykırı değil ki!” diye cevap verir.

İbn Arabî, bu sefer gidip durumu diğer şeyhine arzedince, o da tebessüm edip şu cevabı verir:

— “Evlâdım, ben refik''e işaret ettim, o ise tarik''e. Sen ikimizin de öğüdünü tut, tarik ile refiki, yol ile yoldaşı birleştir!”

* * *

Doğu''nun hakikat arayışını Batı''dan farklı kılan cihet de işte budur: Ne yapıp edip tarik ile refik''i, yol ile yoldaşı birleştirmeye çalışmak.

Lâkin yolun başında değil, ortalarında...

Nitekim hakikat taliblerine, yolu kaybetmemeleri için ve pek tabii ki güven içinde yolculuk yapmaları amacıyla, “Önce refik, sonra tarik!” diye tavsiye edilir; “önce bir yoldaş bul kendine, ondan sonra çık yola!” mânâsında.

İkilik olmadan birlik olmaz! Önce ikilik, sonra birlik! Yolcu önce bir yoldaş seçmeli kendisine, sonra da bir yol.

Ne ilginçtir, talib öyle bir yere gelir ki orada sadece yol ile yoldaş arasında değil, yol ile yolcu arasında bile bir fark kalmaz. Yolcu da, yoldaş da, yol da hep bir mânâda toplanıverir. İnsan kendinde, kendine doğru, kendince yürüdüğünü farkeder.

Fark eder etmesine ammâ bu farkediş hakikatte fark''a değil cem''e yol açar.

Önce fark, sonra cem makamı.

Batı tecrübesi, yol, yolcu, yoldaş arasındaki farkı idrakten öteye geçmemiştir tarih boyunca. Nadiren bunları cemedenler olmuş, ancak cem ettikten sonra tekrar farkedenine rastlanmamıştır. Terki terkedenine.

Ayrı olanı birleştirdikten sonra tekrar ayırabilmek için Doğu''ya seyahat etmek gerek!

Yeryüzünün doğusuna değil, insanın doğu''suna. Doğuşuna.

VE en nihayet doğduğu yere. Ana rahmine.

* * *

İmdi, söyle bana ey talib, nereye gidiyorsun? Kıblen neresi? Yüzün nereye dönük?

Hani yoldaşın? Söyle hadi, yol nerede? Yolcu kim?

Niçin karanlıktasın?

Karanlıkta mısın?

Not: Taksim-Tünel''de, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi''ndeki dersler bu ay 8 Aralık Salı, 10 Aralık Perşembe günü gerçekleşecek. Saat: 18.00''de. İşimiz aydınlığı değil, bilâkis karanlığı aramak. Hakikati karanlıkta bulmak. Aklın aydınlığında değil, muhayyilenin karanlığında. Ana rahminin karanlığında. Farketmiyor musunuz kanatlarımızı inciten hep aydınlık!

14 yıl önce
Hakikati ancak karanlıkta bulabiliriz
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…