|
Herkes kendi cennetine!

Hastalık ve yaşlılık korkusu...

Bu iki korku, modernite tarafından, ölüm korkusunun yerine ikame edilmiş durumda. Çünkü modern insan, mümkün olabildiğince uzun yaşamak istiyor.

Uzun yaşamaktan ise, ister istemez, bedenî hazların sürekliliğini, yani maddî haz kaynaklarını yitirmemeyi anlıyor. Böylelikle sadece uzun değil, aynı zamanda iyi de yaşamak istiyor; yani hem sağlıklı, hem genç olarak yaşamayı düşlüyor; mümkünse sonsuza değin...

Sağlık hastalığın, gençlik yaşlılığın yerine ikame edildiğinde, salt yaşam değil, bilakis hem uzun, hem iyi yaşam, ölüm''ün karşıtı halini alıverir.

Ölüm korkusundan, dolayısıyla bu korkunun bilincinde yol açtığı/açacağı hasarlardan uzaklaşmaya çalışan modern insan da ister istemez bu sefer hastalık ve yaşlılık korkusunun bilincinde oluşturduğu hasarlarla başetmek zorunda kalır.

Modern nevroz türlerinin büyük bir çoğunluğu, varlığını, küçük korkuların büyümesine borçlu.

Günümüzde hastalanmak ve yaşlanmak demek, ölmek demek; küçük küçük ölmek... azar azar ölmek...

***

Nazarımda, modern insanın talihsizliğinin en büyük göstergesi, binlerce küçük ölümle başetmek zorunda kalmasıdır.

Düşünsenize, binlerce küçük ölüm... binlerce kusur... binlerce noksan... Hangisini öldüreceksin, hangisiyle başedeceksin?

Gerçekte hepsi de insan irfanına nisbetle sözünü etmeye değmez şeyler! Hakikat değil hiçbiri, tamamı birer vehim ürünü!

Modern insanı öldüren ne veba, ne kolera, ne frengi, bilâkis bu küçük ölümler. Yüreği küçülen insan küçük küçük ölüyor... mini mini takıntılar yüzünden gram gram ölüyor...

***

Nedense tam da bu noktada Ajda Pekkan''la Bülent Ersoy''u hatırlamadan edemiyorum.

İçim sızlaya sızlaya düşünüyorum: Yaşamak nasıl olur da bu denli güç, bu denli yorucu bir teknik haline gelir?

Zaman nasıl da aleyhlerine işliyor ve bu süreci geciktirmek için nasıl da çırpınıyorlar.

Sahte ölümlere karşılık sahte zaferler!

Ve aptal dostların binbir zahmetle birleşip ayrılan avuçlarından sadır olan sahte alkışlar!

Belli ki hiç dostları olmamış. Gerçek dostlar... kendilerine ayna tutacak dostlar...

Şems-i Tebrizi "Ne yapıp edip bir ayna bul kendine!" der, bir dost yani... sana seni sende gösterecek bir dost...

Seni, yani kusurlarını, yani noksanlarını, seni sen yapan, seni insan haline getiren tüm yoksunluklarını....

Sana, yani gönlün çığlıklarına kulaklarını tıkayan o zavallı nefsine, yani aptalca kibri yüzünden şişine şişine özünü yaşamın özüyle birleştirmeyi bir türlü beceremeyen bir diğer dosta... gönlüne...

Sende, yani bu dünyada, yani bu bedende... cıvık cıvık hazların arasında...

***

İnsan ruhunun hınçla çitilenmesi karşısında bir ''ah'' nidası duymak, bir inilti emaresi görmek bu kadar mı zor?

Bedenin doğal kusurlarını, delik deşik edilen bir ruhtan kopartılan ''et'' parçalarıyla yamamaya değer mi hiç?

İnsanlar her geçen gün biraz daha bedenlerini diriltmek uğruna, ruhlarına kasteden hasta bilinçler hâline geliyorlar...

Nihayet, Tanrı''ya ve doğaya karşı savaşıyoruz.

İnadına üstelik.

Niçin?

Razı olmamak için... olup biteni sevgiyle öpüp başımıza koymamak için...

Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna erinirim dememek için...

Rıza lokmasını yutmak bu kadar mı zor?

Rıza lokmasını yutmak, yani "varlığın tüm hâllerinden hoşnutluk" mertebesine ermek...

***

Eksiklerimizde, kusurlarımızda bile keramet (lütuf) arayan bir toplumun mensuplarıydık bir zamanlar. Aramızda, bize kusur ve noksanlarımızdan bile hoşnut olmamızı öğreten ustalar dolaşırdı. Kuruntularımıza boşvermemizi öğütleyen ustalar... Hastalanmayı, yaşlanmayı, ölmeyi... bir lütuf, bir nimet, bir armağan bilmemiz gerektiğini hatırlatan ustalar...

Şimdiyse direniyoruz, direncimize mukabil refahımız artarken hoşnutluğumuz azalıyor. Rızamız...

Binlerce küçük ölüm sarmış durumda etrafımızı. Birer virüs gibi binlerce küçük ölüm...

***

Dindarlığın modern formları da benzer duygularca baskılanıyor. Çünkü dindarlar da iyi ve uzun yaşam arzularını öte-dünya nimetleri üzerinden tatmin etmeye çalışıyorlar.

Burada aradıklarını orada da bulmayı istiyorlar. Hem de kat kat fazlasıyla...

Ancak sadece bildikleri hazları. İştah ve şehveti...

Halk nereye gitmek ister? Elbette kendi cennetine! İştah ve şehvet yurduna...

Bizzat bu hazları va''deden Kur''an olduğuna göre, niçin bu nimetleri sanki önemsemezmişim gibi konuşabiliyorum? Acaba Kur''an''ın va''dettiği nimetlere karşı -hâşâ- haddimi bilmeyip dudak mı büküyorum?

Bir hamakat alâmeti olarak addedebileceğim böylesi suizanları taşıyanlar arasında bazı âşina yüzlere de rastladım.

Ne diyebilirim?

Herhalde şu kadarını:

Cennet yok, cennetler var. Cehennem yok, cehennemler var!

O hâlde herkes kendi cennetine!

14 yıl önce
Herkes kendi cennetine!
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti