|
Saça yapışmış çiklet gibi

Bazı soru(n)lar, insanda, saça yapışmış çiklet duygusu uyandırır. Aslâ çıkmaz. Hem de yıllarca. Ezelden ebede. Belki de doğuştan itibaren.

Eline yapışır. Çektikçe uzar. Uzadıkça uzar. Atamazsın. Orada da tutamazsın. Kesecek olsan, büyükse, öyle bir iki tutam saçtan kendini mahrum etmekle de ondan kurtulamazsın.

Operasyonun alanını genişletmek zorundasındır. Mecburen. İş büyümüştür artık. O hâldeyken hiç beklemez suçluluk duyguları saldırıya geçer. İkidebir pişmanlıklar. Biteviye hem de. Hep. Daima.

Sırası mıdır şimdi? Ne işi vardır orada? Nereden yapışmıştır? Nasıl da farketmemişsindir? Neden başkaları değil de sen?

Acıdan çok korkutur, tiksindirir. Bazen iğrenirsin. Fakat en çok korkuyla ürperirsin. Tarifsiz bir korkuyla kendini kavrarsın; tıpkı tüm vücudunu karıncalar sardığında kendini kavrayacağın gibi.

Kendini hiç böyle kavradın mı?

Sorunlar karşısında kendini böylesine saldırı altında, böylesine çaresiz hissettin mi?

Güçlü başağrılarından kurtulamadığında başını gövdensinden ayırmayı isteyen adamın hissettiği gibi, çölde çay içmeyi hayal ettin mi?

Etmediysen, bırak bu yazıyı, başkasına geç!

* * *

Kuvve-i vahime.

Başka bir deyişle: Kuvve-i müvehhime.

Vehmetme yetisi, olmayanı ''var'' sayma, ''var'' görme/gösterme yetisi. Tikel olanı, maddî gövdesinden soyutlanmış halde tasavvur etme kabiliyeti. Niteliklerinden soyunmuş olanı, kendisine ilişkin tüm öznel kayıtlarıyla birlikte bellekte saklayabilme, gerektiğinde hemen oradan bilince çağırabilme istidadı.

Klasik Psikoloji''nin terimleriyle tikel suretleri değil, tikel mânâları kavrama. Sezmenin, sezişin kökü/kökeni. Formların değil, figürlerin yaratıcısı. Suretlerin değil, şekillerin avcısı. İbn Sina''nın tabiriyle: içduyuların sultanı.

Bazı sufiler hakikati teşhisten değil, bazıları bu teşhisi ifadeden çekinseler de bazıları tümüyle çekinmekten çekinip şöyle derler:

— "Dinde adına ''şeytan'' denilen, işte bu kuvve-i vahimedir!"

Din dili, şeytanı müşahhas ve mücessem bir varlık suretine koyar, öyle anlatır. Pedagojik değeri emsalsizdir bu yöntemin. İşlevi itibariyle bu saptırıcı, bu kaydırıcı, bu aldatıcı gücün hakikî mukabili vehim gücüdür.

Akla galebe çalması da bundandır. Çünkü Türkçe''de çokluk akla galebe çalan sadece şeytan değil, aynı zamanda vehimdir, evhamdır.

* * *

"Şeytana uydum" der kişi, yapmaması gerekeni yaptığında. Fail değil, münfaildir sanki. Yapmamıştır, yaptırılmıştır. Zorlanmıştır. Akıl kâr etmemiştir. Nasihatler de.

Vehim, bir iç sesin adı aynı zamanda. Rahmanî değil, şeytanî bir sesin. Rahmanî olsaydı, pekâlâ bu sese ''vicdanın sesi'' diyebilirdik. Değil. Bu yüzden vehmin telkinlerine, niçin "şeytanın sesi" denmesin?

Bir adım daha gidelim, "şeytanın işi" diyelim. Kuruntulara. Takıntılara. Saplantılara. Tüm duygu-durum bozukluklarına.

* * *

Modern tarafımız bu son adımdan pek hoşlanmayacaktır. Çünkü ''hastalık'' (illness) bile demekten vazgeçip ''bozukluk'' (disorder) adını verdiği bu tür duyu-duygu sorunlarının dinî ve ahlâkî alana taşınmasından rahatsızlık duyacaktır.

Bozukluğun, şöyle veya böyle cezayı (sorumluluğu) gerektiren bir ''suç'' ve ''günah'' şeklinde adlandırılmasını özyaşam alanına yapılmış haksız bir müdahale gibi görecektir.

Modern insan, biraz da "Beni benle bırakın!" diyendir. Kendisine secde eden gölgenin sahibine değil, bilâkis o gölgenin kendisine kendisi secde edendir.

Ne gariptir ki kalabalıkların içinde değil, hep yalnızken haykırır:

— "Beni benle bırakın!"

Başı kendisiyle belâdadır, çünkü kendisinden uzaklaşmak istediği beniyle başbaşadır zaten.

Aslâ gölgesinin dışına sıçrayamaz, her defasında kutsal metin çevirilerinin oluşturduğu cıvıklığın içine bile isteye gömülür; görmek istediğini görür. Aydınlığın içinde karanlıktadır. Küçük bir ışıltı. Hemen bir adım atar ve durur. Sonra bir adım daha. Bir adım daha.

Arınmak amacıyla içine daldığı suyla kirlenir. Önünü aydınlatması gereken ışık gözlerini kör eder. Kalbi bizatihi Kur''an''la kararır. Tanrı''nın sesiyle yoldan çıkar.

Bir de bakar ki çoktan düşmanlarıyla dost oluvermiştir. Şeytanlarıyla. Vesveseleriyle. Vehim ve kuruntularıyla.

Hakikati gösteren bir kılavuzdur gölgesi... iyiyi işaret eden bir melek.. sıkıntılarını kendisiyle paylaşacağı bir sırdaş...

* * *

Saf aydınlık''la saf karanlık aynı neticeyi verir ve görme edimi imkânsız hâle gelir. Tıpkı Hegel''in dediği gibi, bir şey ancak muayyen aydınlıkta veya muayyen karanlıkta ayırt edilebilir.

Her adımında biraz karartılmış ışığa veya biraz aydınlatılmış karanlığa ihtiyaç duyuyor olman, işte bu yüzden ey talib!

Neşeyle elinden tuttuğun o tanrıcığın seni kendisiyle değil, gölgesiyle yoldan çıkarıyor. Çevirilerle.

Unutma ki şeytan da en nihayet bir melektir!

Hem melek, hem meleke.

il y a 15 ans
Saça yapışmış çiklet gibi
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı