|
Suçluyu yakalamadan cezalandırabilmek, işte adalet!

Münevver Karabulut cinayetinden aranan katîl zanlısıyla ilgili haberler niçin bir türlü toplumun gündeminden düşmek bilmiyor?

Mardin''de gerçekleşen o meş''um katliam bile kısa bir sürede unutulmuşken niçin bu cinayet her türlü nisyana, hem de ısrarla, direnebiliyor?

Bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir, bu cinayetin ne raddede bir caniliğin eseri olduğu birtakım ayrıntılara işaretle gösterebilir ve bilhassa olayın kendine özgü vasıflarından hareketle kamuoyunun yoğun ilgisine açıklık kazandırılabilir.

Hangi yoldan gidilirse gidilsin, toplumdaki bu cinayete yönelik yoğun ilginin etkin bir nedene indirgenebilmesi mümkün: Suçlunun yakalan(a)maması ve hakettiği cezaya çarptırıl(a)maması.

Evet, kim ne derse desin, toplumu ilgilendiren gerçek sebep, suçlunun yakalanamamış ve dolayısıyla hakettiği cezaya çarptırılmamış olmasıdır.

İnsan vicdanı ısrarla adaletin gerçekleşmesini bekliyor. Bir suçun cezasız kalması hâlinde, insan, güvenlik duygularının örselendiğini hisseder; yaşam umudunu yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya bulur kendini. Böylelikle toplumsal meşruiyetin temeli sarsılır. Kaos başgösterir. Pek tabii ki önce ruhlarda...

* * *

— "Herkesin, yaptıklarının karşılığını muhakkak göreceği o ânı yalanlayana bir bak!"

Bu cümle, Kur''an''ın ilk inen pasajlarından birine ait. Maun Sûresi''ne...

Kur''an''a özgü çarpıcı bir uyarı cümlesi.

Bu uyarı, ne yazık ki mevcut meâllerin çoğunda (neredeyse tamamında), "dini yalanlayanı gördün mü?" gibi sakil bir biçimde yer alır.

''Din'' kelimesine de ister istemez "İslâm Dini" mânâsı verilir ve böylelikle bu pasajda İslâm Dini''ne karşı çıkanların kınandığı sanılır. (Cehalet ve gafletin beslediği şımarıklığın ortaya çıkardığı Türkçe çevirilerde, Kur''an, hâlâ susmakta. Hem de ısrarla. Üstelik, ne demek istediği şurada kalsın, bizzat ne dediği bile anlaşılamamakta.)

* * *

Uyarının hemen ardından, dindar insan psikolojisine ilişkin muhteşem bir analiz gelir. Kaba softa, ham yobazın nefis bir eleştirisidir Maun Sûresi.

Aşağıdaki kınama, riyakârca ibadet eden münafıkların değil, bilâkis bilinçsizce ibadet eden müşriklerin hikâyesine atıf yapar:

— "Yazıklar olsun o bilinçsizce ibadet edenlere!"

Bu çevirinin meâllerde yer alan standart karşılığı da —herkesin hemen hatırlayacağı üzere şöyledir:

— "Yazıklar olsun o namaz kılanlara!"

Oysa bu standart çeviriyle birlikte girişteki "İslâm Dini''ni yalanlayanlar" tasviri birden geçersiz hâle gelir. Çünkü İslâm Dini''ni yalanlayanlar, namaz kılmazlar.

Ara çözüm, ''münafık'' karakterinden yardım almakla bulunur. Girişte kastedilenlerin müşrik, ikinci kısımda kastedilenlerin ise münafık oldukları iddia edilir.

Oysa henüz Mekke''de münafıklar zuhur etmemiştir, Medine dönemini beklemek gerekecektir bunun için. Sûre de Medenî''dir. Yani münafıklar daha sahneye çıkmadan önce bu cümleler Mekke''de nâzil olmuştur.

Yorumcular, hep yaptıkları bir hatayı burada tekrarlar; kendi yanlış anlayışlarını güçlendirmek için bu kısacık Sûre''yi baltayla tam ortadan ikiye bölerler. İlk kısmını Mekke''ye ve müşriklere, ikinci kısmını ise Medine''ye ve münafıklara tahsis ederler.

Kur''an bir kez daha susturulmuş olur. Adeta lâfı ağzına tıkılır. Konuşamaz.

* * *

Bizlerin, Kur''an''ın insanın özünü tüm ayrıntılarıyla sergileyen muhteşem analizlerinden mahrum olmamızın gerçek sebebi nedir acaba?

Bu sorunun cevabı çok basit ve o denli de iç acıtıcı:

Beceriksiz çevirmenler, yeteneksiz yorumcular!

* * *

Yaptıklarının karşılığını almak...

VE yaptıklarının karşılığını görmek...

İlki ödül, ikincisi ceza makamında söylenir. İnsan yaptığı (iyi) şeylerin karşılığını alır; yaptığı (kötü) şeylerin de karşılığını görür.

Yine Kur''an''ın ifadesiyle, "kim zerre miktarı bir iyilik yaptıysa onu görür, kim zerre miktarı kötülük yaptıysa onu görür."

İnsan vicdanı, iyilerin mükâfattan mahrumiyeti düşüncesine bir ölçüye kadar katlanabilirse de kötülerin kötülüklerinin cezasını görmekten kurtulmaları ihtimaline aslâ katlanamaz. Tasavvuru bile acı verir.

* * *

O gözleri ve saçları gibi bahtı da kara kızcağızın katili yakalanıp cezasını görmedikçe toplumsal vicdan aslâ sükûn bulmayacak; "kişinin yaptıklarının karşılığını görmeme" ihtimali vicdanları her geçen süre daha da çok yaralayacaktır.

İlginç olanı şurası ki bu cezanın öte dünyada verilecek olmasının kesinliği çoğunluğun vicdanını kandırmıyor; vicdanlar, haklı olarak "illâ ki bu dünyada, illâki bu dünyada" diye ısrar ediyorlar.

Ben de böyle düşünürüm, ve bu dünyada karşılığı olmayan mücerred bir öte-dünya adalet teorisinin sıhhatine inanamam. İnancım odur ki adl-i ilâhî gereği herkes muhakkak cezasını çeker. Ama önce burada çeker. Bu dünyada.

Adl-i İlâhî''nin görkemine önce bu dünyada tanık olmalı!

Münevver''in katilinin daha suçunu işlemeden önce cezasını çekmeye başladığından bir an bile kuşkulanmadım. Bu nedenle yakalanıp yakalanmaması, ilahi adaletin değil, toplumsal adaletin gerekleri arasındadır.

Hangi kudret, suçluyu (bu dünyada veya öte-dünyada) yakalamadan cezalandırabilir, gerçek adalet işte böylesi bir kudretin adaletidir!

Rabbimin adaleti!

15 yıl önce
Suçluyu yakalamadan cezalandırabilmek, işte adalet!
“Evren Hocanım gitti...” Tefrika roman: 16
Benim ittifakım, senin ittifakın, onun ittifakı
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’