|
Tanrı zâten şehirde imiş!

-“Vahiylerin kesretinden nâşi tekebbür etmeyeyim deyû tenimde bir diken, yani beni ta''ciz etmek için bir şeytan meleği verildi ki tekebbür etmeyeyim."

Aziz Pavlus''un bu sözünü, Türkçesine olan hürmetimden ötürü, Kitab-ı Mukaddes''in 1885 tarihli tercemesinden aktarmış olmamı, umarım bağışlarsınız.

İnsanın başına gelmiş veya gelebilecek her türlü dert ve belânın pekâlâ bir nimet olarak da yorumlanabileceğini gösteren etkileyici örneklerden biridir Aziz Pavlus''un bu sözü.

Sözün devamı da nitekim bu hakikati açımlar:

— "Bunun benden def''i hakkında Rabbe üç defa rica ettim ise de bana "Benim inayetim sana kâfidir, zira kuvvetim zayıflıkta tekmil olur" dedi. Binaenaleyh [bir] hoş hâtırla, zayıflıklarımdan dolayı iftihar etmeyi tercih ederim..." . (Bkz. Korintoslulara Mektup II, 12/7-9)

***


Önce küçük bir hatırlatma: Zayıflıkta kemâline eren/erecek olan, kuvvet ve kudretin kendisi değil, zuhurudur.

Acziyet ve bu acziyetin idraki —ki bu idrak seviyesine tevazu (alçakgönüllülük) diyoruz— insanoğlunun kuvvet ve kudrete mazhar olmasının belki de en etkin vesilesidir.

Dua''nın biricik işlevi de bu değil midir zaten: Acziyeti izhar! Yani kişinin ne denli yardıma muhtaç bir ''varlık'' olduğunu, Varlık''ın huzurunda itiraf etmesi.

Öyledir. Dua etmek, hakikatte "Ben bir hiçim!" demektir!

Dua, aslâ sevgiliden bir şeyler istemek, onun kudretinden istifade etmeye çalışmak olarak anlaşılmamalı. Bilâkis dua, Varlık''ı önce şehre davet etmektir. Çağırmak yani! Varlık''a varlık''ta yer açmak! Şehir''de.

Evet, dua, Varlık''ı şehir''de çağırmaktır.

***


Dilerseniz, Aziz Pavlus''un işaret ettiği hakikatin, bizim irfan havzamızda büründüğü sureti hatırlayalım:

— "Mahrumiyetler kemalât tevlid eder!"

Yani kişinin yoksunlukları, varlık dairelerinin tamamlanmasının başlıca koşuludur. Çünkü eksikliğini farketmeyen, yoksunluğunu hissetmeyen bir kimse aslâ bütünlük duygusuna erişemez. Bu nedenle kudret ve kuvvet, kişiye, kişinin acziyeti derecesinde tecellî eder.

Demek oluyor ki ey talib, yapman gereken: başını ancak kendini hep aşağıda bulabileceğin kadar yukarıya kaldırmaktan ibaret!

Sakın Tanrı''yı şehre çağırmaktan yorulma! Çağır! Sesin kısılıncaya kadar çağır! Öyle ki sonunda kendisine çağırabileceğin bir şehrin olmadığını anlayıncaya kadar...

Sana senden yakın olanı farkedinceye kadar çağır!

Evet, çağır!

Kendi dışında, çağıracak birini bulamayıncaya kadar çağır!

İkilikten kurtuluncaya kadar...

Lütfun da hoş, kahrın da hoş deyinceye kadar...

"Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş!" hakikatini kavrayıncaya kadar...

***


Ne ilginç bir tesadüf, kendini bir şey sanıp büyüklenmemesi için Aziz Pavlus''un teninde çıkan diken metaforuna, bir gün bir vesileyle Martin Heidegger de başvurmak zorunda hissedecektir kendisini.

Ne ki genç ve dindar (!) filozofumuzun canını acıtan dikenler iki tanedir o günlerde. Nitekim Karl Jaspers''e yazdığı 1 Temmuz 1935 tarihli mektubunda bu iki dikeni (zwei Pfäle) şu şekilde tanımlar:

1) "Doğuştan sahip olduğu inançla mücadele" (die Auseinandersetzung mit dem Glauben der Herkunft)

2) "Rektörlük görevinde başarısızlık" (das Mißlungen des Rektorats)

Heidegger, o günlerde, üstesinden gelmeye çalıştığı bu iki büyük derdin, bir adamın iflahını kesmeye yetecek denli yıkıcı olduğuna inanır.

Oysa hiç kimse gerçeği başkasına (ve kendisine) tüm çıplaklığıyla itiraf edemez. Heidegger''in Katoliklik''le mücadelesi, biraz da Rektörlük görevinde başarısız olma korkusuyla ilintiliydi.

Bir türlü dile getiremediği hakikat, o kadar, ama o kadar göz önündeydi ki hiç görünmüyordu: Siyasetin Führeri vardı: Adolf Hitler. Heidegger de Felsefe''nin Führeri olmak istiyordu.

Bu da gayet tabii, çünkü Başbuğluğun özünde başa erme hırs ve tamâı vardır.

***


Heidegger, tıpkı Hegel gibi, baldıran zehrini kendi içmek yerine başkalarına (hatta talebelerine) sunan bir Sokrat modeliydi! Çünkü aksini iddia etse de gerçekte —bütün Batılı selefleri gibi— o da Varlık''ı hiss-etmek yerine akl-etmeye çalışmıştır.

Ne zamana kadar?

Elbette yıkılana kadar.

Ancak düşünce düşlemeye başlamıştır. Yıkılınca.

Goethe ne güzel söylemiş, değil mi:

— "Bir odun, içinde yanması gereken maddeyi barındırdığı için yanar."

***


Tanrı zâten şehirde. Beden mülkünde. Bize bizden daha yakında.

Oysa sen, O''na yakınlaşmak için kurban kesiyorsun ey tâlib! Aklın sıra kurbiyeti ette ve kanda arıyorsun. Hayvanda. Hayvanlıkta.

Tanrın çok uzakta mı ki O''na yaklaşmak/yakınlaşmak için çırpınıyorsun?

Ey talib, Tanrı''ya yakınlaşmak için şehirden her taşraya çıkışında O''ndan uzaklaştığını anlayamıyor musun?

Kendimiz taşradayken Tanrı''yı niçin şehre çağıralım?

Çıkma bir yere, gel, Tanrı''yı bu sefer şehirde çağıralım. Ancak avazımız çıktığınca bağırarak değil, gözyaşlarımızla...

Taşrada kan akıtmaktansa şehirde gözyaşı akıtalım; hatta elimizdeki sükkeri (şekeri) başkalarına sunup ağuyu (zehri) biz kendimiz yutalım!

Bari bir defalığına olsun, kûşemizde, O''nun bizi çağırmasını bekleyelim.

14 yıl önce
Tanrı zâten şehirde imiş!
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler