|
Tüm günahlarımız şeriata uygun!

İnsan nefsinin en belirgin vasfı: yaşama güdüsü.... ne pahasına olursa olsun yaşamda kalma arzusu... her hâlukârda yaşamı sürdürme azmi.... mümkün olduğunca en uzun süre... olabildiğince... gidebildiğince...

İşte insanın ölümü kabullenemeyişinin ardındaki en temel güdü!

İnsan organizması hayatta kalmak üzere kodlanmıştır, hem de bütün hücreleriyle... ''Süreklilik'' duygusu da bu güdünün eseridir. Biyolojik süreklilik, yani beka duygusu...

Birey olarak sürekliğini sağlayamayacağını bilen organizma, bu ihtiyacını türün sürekliliği üzerinden tatmin eder.

Nasıl?

Elbette üreme yoluyla. İştah ve şehvet de böylelikle yaşamda kalmanın en temel koşulları hâlini alır.

* * *

İnsan yaşamını kavramaya yönelik bir bilincin, her hâlukârda kendileriyle hesaplaşmak zorunda olduğu iki kavram vardır: mülkiyet ve cinsiyet.

Mülkiyet, yani sahip olma isteği, gerçekte, yaşama güdüsünün dönüşmesiyle ortaya çıkıyor. Çünkü yaşama güdüsü veya yaşamda kalma/yaşamı sürdürme arzusu, en temelde biyolojiktir. Yani türsel bir zorunluluktur, bireyin istek ve seçimiyle alâkalı değildir. Mülkiyet ise biyolojik değil, psikolojiktir. Tenin değil, tinin isteğidir. Yani bedenin değil, cânın...

Yaşamı sürdürme isteği, yaşam için gerekli vasıtaları sağlama almak gayretine dönüştüğü an, işte o an, mülkiyet duygusu da oluşuveriyor.

Mal mülk edinme arzusunun temelinde, kuşku yok ki sıhhatini kaybetmiş bir yaşama hırsı vardır; aracı amaç hâline getiren bir bilinç kayması... güya yaşam adına yaşamın kendisini ıskalama zavallılığı...

Azim ve gayret sözcüklerinin yerine, bir çırpıda hırs ve ihtiras sözcüklerinin geçmesi hiç de sebepsiz değil.

Hırs ve ihtiras, en nihayet çalışıp çabalamanın beyhûdeliğini vurgulamaya yarıyor; beka bulmak isteyen fânilerin çırpınışlarındaki boşunalığı...

* * *

Üreme yetisi, en nihayet insan türüne yaşama ve yaşamda kalma imkânı bahşediyor. Pek tabii ki burada bireylerin payına düşense soy sop aracılığıyla süreklilik kazanmak...

Ben öleceğim ama çocuklarım yaşayacak. Ben çocuklarımda yaşayacağım... Onlar da kendi çocuklarında...

Soy bu duygularla koruma altına alındığında, zorunlu olarak tür de kendini korumuş oluyor. Elde edilen mallar miras (hukuk) yoluyla çocuklara kaldığından, mülkiyet duygusunun sadece toplumsal değil, aynı zamanda ruhsal bir gerçeklik kazanması da kolaylaşıyor.

* * *

Yaşamı sürdürme arzusu en temelde biyolojik bir karakter taşırken (doğal/hayvanî bir güdünün eseriyken), bu arzunun insan zihni tarafından mal-mülk avcılığının gerekçesi hâlini alması tamamen psikolojik mahiyettedir. Vehmîdir yani.

Üreme gücünün kendi doğal hedefinden sapıp bağımsız bir zevk oyunu hâlini alması nasıl ki psişe''nin (nefsin) bir marifeti ise, yaşamı sürdürme güdüsünün kendi doğal mecrasından çıkıp mal-mülk biriktirme hırsına yol açması da benzer bir mekanizmanın ürünüdür. Yani modern insanın geçmişte hiç olmadığı şekilde yeniden kurguladığı ve tanımladığı mülkiyet ve cinsiyet oyunlarının hiçbiri ''doğal'' değildir.

Din dili, bu oyunları hiç çekinmeden ''şeytanî'' olarak tasvir ve tarif etmiştir. Çünkü süreklilik vehmine meşruiyet kazandıran çabaların rahmanî olması —sahih dinî gelenekler açısından— aslâ mümkün değildir.

- Baki olan sadece O''dur! (Hüve''l-Baki)

- Herkes/herşey helâk olacaktır, bir tek O müstesna!

Kendisini Tanrı''nın yüceliğine nisbetle hizalayan dinî bilincin, yaşamı ölümle, dünyayı öte-dünyayla anlamlandırmasının nedeni, insana en çok zarar veren duygunun kibir olduğunu bilmesidir. Maksad, kibrin şifası olan tevazuyu insana öğretmektir.

Dünya da fanidir, insan da. Şeytansa insana bu hakikatin zıddını fısıldar durur.

Hatırlanırsa, Şeytan''ın tatmaları için Adem ile Havva''ya telkin ettiği ağaç, Kur''an''da "ebedilik ağacı" (şeceretu''l-huld) olarak adlandırılmaktadır. Şeytan insana süreklilik (ebediyet) vehmini aşılamaya çalıştı ve başarılı da oldu. Nitekim hâlâ da oluyor.

* * *

Çağdaş dindarlık, kendi kavramlarını aktüalize etmeyi beceremediği gibi, mağlubiyet psikozuyla yeterince istek de duymuyor. Eski terimleri kullanıyor ama her defasında yeni mânâlar kastediyor. Uyduruk mânâlar... Öyle ki çoğu kez, kullandığı terimlerin kadim anlamlarını da hatırlamıyor.

Bu basit tesbitler üzerindeki abartı gölgesini izale etmek için şu tür sorulara cevap vermek yeterlidir:

Modern yaşam düzeneğinin etkisiyle neredeyse 30 yaşlarına ertelenmiş cinselliğin marazlarıyla başetmek zorunda kalan gençlerin dinîn otantik öğütlerini hakkıyla anlama şansları ne kadardır meselâ?

Her text (metin), ancak bir con-text (bağlam) içinde anlamını kazanır. Gecikmiş bir izdivac mahrumiyetinin psikolojik etkileri tarafından baskılanmış genç bilinçlere Kur''an ne düzeyde nüfuz edebilir?

Bağımsızlık diye tutturmuş modern bilince bağlanmanın değerini nasıl öğretebilir?

30 yaşlarına ertelenmiş cinsellik kesinlikle doğal değildir, doğal olmadığı için İslâmî de değildir. Nedir? Sadece toplumsaldır. Modern toplumun istekleriyle uzlaşmanın sonucudur.

İmdi soru şu: Doğal olana hürmet etmek yerine toplumsal gerekliliklerle hem de itiraz hakkını hiç kullanmaksızın el sıkışan dindarlığın insanlığa işaret edebileceği sahici bir ufuk olabilir mi? (Bence olmaz. Zira modern dindarlık, ancak Ülker''in ürettiği alkolsüz bira kıvamında.)

Ne yazık ki tüm günahlarımız şeriata uygun!

15 yıl önce
Tüm günahlarımız şeriata uygun!
‘İri’ olmak yetmez beğenilmek de şart…
Çerez
Gazze’de bayram sabahı
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?