|
TÜSİAD devletten, MÜSİAD dinden elini çekmeli!

80''li yılların başındaydık. Zihnimizde bir dünya vardı, bir de içinde yaşadığımız başka bir dünya.

Birbirine karşıt bu iki dünya arasındaki gerilimin pekâlâ farkındaydık. Çaresiz biz de içinde yaşadığımız dünyayı zihnimizdeki dünyaya uydurmaya karar vermiştik. Hem de bir çırpıda.

İnanmak yetiyordu. Çünkü bizler çok kolay değişmiştik. İnanmıştık. İnanınca da değişmiştik. Bizler zihnimizdeki dünyaya göre yaşamaya başladığımıza göre, tüm dünya da bizim yaptığımızı yapabilir, kolayca değişebilirdi, hem de bir anda. İnandığı anda.

* * *

Peki bilmek?

Bilmek uzun bir işti. Teferruatı çoktu, bizimse kaybedecek vaktimiz yoktu. Değişmeli ve değiştirmeliydik. Dilimizle veya elimizle; şayet ikisini de yapamıyorsak, dünyayla aramıza koyacağımız mesafeyle... yani kalbimizle... yani buğz ederek... yani muhalif olduğumuzu her hâlimizle belli ederek...

Değişmekten ve değiştirmekten anladığımız buydu.

Kervan yolda düzülürdü. Muhakkak bir gün biraz okur, bu işlerin aslını-esasını da öğrenirdik. Bilgi ertelenebilirdi ama eylem aslâ!

Eylem için bilgiye değil, inanmaya ihtiyacımız vardı. Biz de inanıyorduk. Tüm içtenliğimizle inanıyorduk.

* * *

Zihnimizdeki dünya ile içinde yaşadığımız dünya arasındaki şiddetli gerilim, garip biçimde, haklılığımızı pekiştiriyordu. Yaşamımız zorlaştıkça, uyum sorunlarımız arttıkça, haklılığımız da artıyordu. Uyumsuzluktan güç devşiriyorduk, gerilim ve çatışmayla kişilik ve karakter geliştiriyorduk. Huysuzduk. Dünyayı beğenmiyorduk. Gürültü yapıyorduk. Ne de olsa muhalif adamlardık. Muhalif görünmüyorduk, öyleydik zaten. İyi ki öyleydik. Hepimiz yoksulduk çünkü.

* * *

O yıllarda, İslâm''ın dünyayı kavrama/yorumlama biçimiyle modern dünya arasındaki gerilim ve çatışmayı azaltmak, mümkünse kaldırmak isteyenler de vardı; bilhassa İslâm ile modern bilimsel-teknolojik gelişmeler arasındaki gerilim ve çatışmayı.

Savunma yöntemleri şuydu:

— Teknoloji, bir bıçağa benzer, o bıçakla adam da öldürebilirsin, hayat da kurtarabilirsin. Batılılar o bıçakla adam öldürüyorlar, bizlerse hayat kurtaracağız.

Bu ucuz savunma tarzı, meselenin felsefî değerini azaltmakla kalmıyor, aynı zamanda İslâm''la modern dünyayı uzlaştırmaya çalışan büyüklerin ve yaşlıların (!) elinde siyasî ve iktisadî bir hîlenin gerekçesi hâline de geliyordu.

Ne ilginçtir ki çoğu kimse atom bombası ile bıçak arasındaki mahiyet farkını dikkate almıyordu. Cesamet farkını değil, mahiyet farkını...

Dindar çevreler, modern bilim ve teknolojinin ardındaki yeni dünya tasavvurunu görmüyorlar; sırf besmele çekmekle atom bombasının meşruiyet kazanacağını (müslümanlaşacağını) zannediyorlardı. Bir müslümanın mukaddes gayeler (!) uğruna da olsa kimyasal silâh kullanma hakkını kazanamayacağını akletmek istemiyorlardı.

Kısaca, modernliğin ürünlerini yorumlamak noktasında İslâm dünyası entelektüel bakımdan yetersizdi.

Dindarlar, kadim dünyanın ellerine verdiği o zengin ve güçlü eleştiri imkânını, geçici aktüel kazanımlar uğruna heba ediyorlardı. Hanelerindeki ceviz oyma-sedef kakma rahleyi bir plastik leğene değiştiklerinin farkında bile değillerdi. Üstelik iyi bir alışveriş yaptıkları için de arsızca seviniyorlardı.

* * *

Kapital sahibi olmakla kapitalist olmak arasındaki fark da aynı şekilde küçümsendi; hatta hiç anlaşılmadı. Hâlâ da anlaşılmıyor.

İslâm sosyalizmin de, kapitalizmin de alternatifi değildi. Alternatifi olsaydı, onların yerini alması gerekirdi. İslâm üçüncü yol değildi. Arpa-buğday, demir-çimento, dinar-dirhem hesaplarıyla “adil düzen” kurmaya veya pizzanın karşısına lahmacunu, hamburgerin karşısına döneri çıkartmaya benzemezdi bu iş. Sorun daha derinlerdeydi. Tabiatıyla çözümleri de.

Sosyalizmle veya kapitalizmle İslâm arasında benzerlikler bulan sığ zekâlar, böyle yapmakla, İslâm''ı aktüalize etmenin yollarından birini keşfettiklerini sanıyorlardı. Birkaç ayet, birkaç hadis... biraz da Ebu Zer, Hz. Osman üzerinden yoksulluk-zenginlik gevezelikleri...

Bu, İslâm''ı politik ve ekonomik gayelerle araçsallaştırmanın ve bu yolla gerilimi —modernlik lehine— ortadan kaldırmanın en ucuz yoluydu. Başarılı da oldu.

* * *

Para kazanmanın kendine özgü bir şehveti vardır, ve kapitalizm işbu şehvetin ideolojisidir. Safî kâr tutkusudur. Kâr tutkusunun varettiği bir dindir; piyasanın dini... Harcamaktan çok, kazanmakla alâkalıdır bu yüzden. Her ne pahasına olursa olsun kazanmakla...

Para kazanmak, zengin olmak, zengin yaşamak başka bir şey, kapitalizm çok daha başka bir şeydir. Karun da zengindi, ama kapitalist değildi.

Hâsılı, kapitalizmin kiri zekâtla filan arınmaz. Hele hele 1/40''le (% 2,5''la) hiç arınmaz.

Bugün Türkiye''de iş hayatını İslâm üzerinden meşrulaştırma gayretleri, dindar insanların vicdanen kendilerini müsterih hissetmek ihtiyacından çok, dindar halkı usulca ve usûlünce soymak ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Halkın İslâmî siyaset ya da İslâmî ticaret üzerinden bu kadar kolay soyulmasının nedeni ise, soyulanların, tez elden, soyanların yanında yer almayı istemesidir.

* * *

Eskiden din u devlet, mülk ü millet birdi. Malum olduğu üzere ayrılık Cumhuriyet''le başladı ve din devletten ayrıldı. Devlet vatandaşa, din de halka kaldı.

TÜSİAD ile MÜSİAD arasındaki farklılık da gerçekte bu ayrılıktan kaynaklanıyor. Tabiatıyla ilkinin payına devlet, ikincisinin payına din düşüyor!

Ne ironik bir sonuç: İkisine birden sahip olmaya çalışmak gericiliğin ta kendisi.

٪d سنوات قبل
TÜSİAD devletten, MÜSİAD dinden elini çekmeli!
2024 yılı için memurların bilmesinde fayda olan pratik güncel bilgiler
Türkü sözlerinin şiir değeri II
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!