|
Ayasofya şadırvanı ve Müslüman Türk’ün ayak izleri

Geçenlerde Süleymaniye Kütüphanesi’nin emekli müdürü Emir Eş Bey, telefonla beni aradı. “Ayasofya Şadırvanı” başlığını taşıyan ve Özcan Ergiydiren imzasıyla neşredilen yazı ne zaman ve nerede yayımlandı dedi. Ocak 1980 tarihli “Kubbealtı Akademi Mecmuası”nda neşredildi, cevabını verdim. Bu makale beğenilmiş olmalı ki, 1987 tarihli bir antolojide de yer aldı, diye ilavede bulundum. Evet efendim, tam bir su güzeli olan Ayasofya Şadırvanıyla ilgili bu yazı Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları arasında çıkan “Yeni Türk Nesri Antolojisi” isimli kitabın sayfalarını da süslüyor.

Manisa’da dünyaya gelen ve mimarlık tahsili gören Özcan Bey, bugün 85 yıllık ömrünün gençliğini ve dinçliğini yaşıyor. Yıllarca Osmanlıca derslerime devam ettiği için onun ne heyecanlı bir kültür adamı olduğunu yakından biliyorum. Özcan Bey’in kaleminden çıkan bu güzel yazıyı, Ayasofya muhabbetinin tavan yaptığı bugünlerde isterseniz bir kere daha okuyalım. Çünkü şimdi Ayasofya’da abdest alma zamanı…

“Bir gün Ayasofya’ya gittim.

Garb’ın nazarında bu yapı, hâlâ bir bazilika olsa da, gördüm ki, o bir Müslüman mabedidir. Etrafını kuşatan padişah türbeleriyle, küçük büyük yapılarla, avlusundaki o harikulade şadırvanıyla daha iik adımda munis ve davetkâr gülümsemektedir. Hele dört köşesinden göğe yükselen minareleri ve kubbesini süsleyen alemi ecdadımızın İstanbul’a vurduğu silinmez Türklük mührüdür. Ayasofya artık bizim camimizdir.

Bir toprak nasıl vatan yapılır, atalarımız bunu çok iyi biliyorlarmış. Fethedilen ülkeler bir bir, isimleri, yapıları, sokakları, manzaralarıyla kısa zamanda, tıpkı İslam dinini kabul ederek Garplılarca ‘Türk oldu’ denilen nice reâyâ gibi, tam manasıyla Müslüman – Türk karakterini ve görünüşünü kazanmıştır.

Bugün çoğu yâd ellerde kalan bütün vatan toprakları, böyleydi. İstanbul bunun en güzel örneğidir ve Ayasofya bu hakikatın en canlı ifadesidir.

Mabedin içi dışı turistlerle doluydu. İngiliz, Fransız, Alman v.s… Her grup, bir rehberin ardında, verilen izahatı dinliyor; merak, hayret ve hayranlıkla etrafı seyrediyordu. Yalnız dış görünüşüyle değil, dahilen de artık Müslüman çehresini kazanmış olan ihtiyar yapı, dokuz asır bekledikten sonra İstanbul’un fethiyle eksiklerini tamamlamış gibiydi. Bu mihrap, bu minber, bu mahfil, kubbedeki bu yazılar ve Kazasker’in şaheseri, sekiz büyük levha… Bunlarsız Ayasofya artık düşünülemez. Bir zamanlar yerinden indirilen ve kim bilir hang izbede çürüyecek olan Kazasker’in celî hatlarını tekrar yerine astıran o hamiyetli büyük insanı şükranla andım.

Yalnız bir şeyi yadırgadım, bütün zemin çırılçıplaktı. İnsana ürperti veren bu bembeyaz mermer döşeme, Bizans’ın Hıristiyan kederine belki uygundu. Ama ben ayaklarımın altında, bütün camilerimizi kaplayan halıların o yumuşak ve sıcak temasını aradım. O zaman acı hakikati tekrar hatırladım: Ayasofya artık bir cami değildir. O, şimdi bir müzedir. Ben ve benim gibilerin artık bir yabancıdan farkı yoktur.

‘İşte, dedi, rehber. Dokuz yüz sene gece gündüz nöbet bekleyen Bizanslı askerlerin ayak izleri’, kapının önünde aşınmış mermerleri gösteriyordu.

İçim isyanla doldu.

Avluya çıktım, aydınlık gökyüzüne ve baharın taze yeşilliğiyle donanmış ağaçlara baktım. Sonra şadırvanı seyre daldım; inceydi, zarifti, havalanmak için kanatlarını açmış efsanevi bir kuş gibiydi. Şadırvanlar su mimarisinin en güzel yapılarıdır ve Ayasofya şadırvanı, hiç şüphesiz şadırvanların en güzelidir. Türk’ün sanat bahçesinde açan son çiçeklerden biridir. Ama şimdi havzı boş, muslukları susuzdu. ‘Şol gül gibi kim ayrı düşüptür gül-âbdan’

Sonra gözlerim muslukların önündeki mermerlere takıldı, öylesine aşınmışlardı ki… Bütün benliğimi bir sevinç dalgası kapladı. ‘İşte, dedim, işte bunlar da asırlardan beri abdest alan Müslüman – Türk’ün ayak izleri!’

O sırada aydınlık Nisan semasını ezan sesleri kapladı. Bunlar Ayasofya minarelerinin değil, Sultan Ahmed’den yükselen ezanlardı.

Yahya Kemal, İstanbul’un işgal altında bulunduğu günlerde şöyle diyordu: ‘ Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minarelerinden okuttuğu ezan ki, hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki, hâlâ okunuyor!’

Ne kadar esef etsek azdır. Şimdi Ayasofya’da ne ezan, ne de Hırka-i Saadet’te Kur’an okunuyor!”

Müjdeler olsun. Seksen altı yıllık fetret devri artık sona erdi. Şimdi Ayasofya minarelerinde Ezan-ı Muhammediler semalara yükseldiği, içinde namazlar kılınmaya başlandığı gibi, Hırka-i Saadet’te Kur’an-ı Kerim tilavetleri de devam ediyor. Şadırvanında şakıyan su seslerine güvercinlerin “hu hu”ları karışıyor.

Türk yapı ve süsleme sanatının göz alıcı örneklerinden biri olan Ayasofya şadırvanı, Sultan Birinci Mahmud’un eseridir. Tam bir su güzeli diyebileceğimiz bu şadırvanın kitabeleri ise bakanların gözlerini kamaştırıyor. Doğru, düzgün okuyabilenlere ne mutlu…

#Ayasofya
#Şadırvan
#Türk
4 yıl önce
Ayasofya şadırvanı ve Müslüman Türk’ün ayak izleri
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi