|
Said Halim Paşa ve “İslâmlaşmak”

Büyük kitabiyat âlimi İbnülemin Mahmud Kemal Bey tarafından kaleme alınan ve Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı sırada, onun ısrarıyla fasikül fasikül yayımlanan on iki ciltlik “Son Sadrıazamlar”ı karıştırırken Said Halim Paşa başlığı dikkatimi çekti. Paşa’nın fotoğrafının yanında eski harflerle kendine ait şu cümlenin bulunduğunu gördüm. “Müslümanın vatanı, şeriatın hâkim olduğu yerdir.” Bir zamanlar sadrıazamlık makamına kadar yükselen Said Halim Paşa “vatan” kavramını işte böyle tanımlıyor.

Kuruluş ve yükseliş devirlerini bir yana bırakalım, yıkılış döneminin sadrıazamları, paşaları, hatta bazı valileri bile Osmanlı azametini temsil ediyorlardı. Devlet-i Aliyye’nin herhangi bir eyaletinde valilik yapan zat aynı zamanda Kur’an-ı Kerim tefsiri yazıyordu. Mesela, Diyarbakır Valisi Sırrı Paşa bunlardan biriydi. “Sırr-ı Kur’an”, “Sırr-ı İnsan”, “Ahsenü’l – Kasas” gibi kıymetli eserlerin müellifi olan Sırrı Paşa aynı zamanda değerli bir edebiyatçıydı. Âbidin Paşa bir yandan Ankara, Sivas ve Bahr-i Sefid Valiliği yapıyor, diğer taraftan Mesnevi’yi şerhediyordu.

Devletin en yüksek kademelerine kadar yükselen Ahmed Cevdet Paşa bir taraftan “Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa” gibi en güzel İslam tarihlerinden birini yazarken, diğer taraftan 12 ciltlik “Tarih-i Cevdet”i kaleme alıyordu. Sadece bu kadar mı, aynı zat, Keçecizade Fuat Paşa’yla birlikte Şirket-i Hayriye Vapurları’nın nizamnamesini düzenliyordu. Bilindiği üzere Mecelle Cemiyeti’nin de başkanıydı.

Evet efendim, son devir Osmanlı paşalarının bir çoğu aynı zamanda ilim adamıydı ve cilt cilt eserler kaleme alıyorlardı. Başta Fransızca olmak üzere, birkaç yabancı dil biliyorlardı. Hatta eserlerini bu dille yazacak kadar maharet sahibiydiler. İşte Said Halim Paşa da bunlardan biriydi. “Meşrutiyet”, “Buhran-ı İçtimaimiz”, “Buhran-ı Siyasimiz”, “Buhran-ı Fikrimiz”, “Mukallidlerimiz”, “İnhitat-ı İslam” ve “İslamlaşmak” gibi eserlerini Fransızca kaleme almış, bunlar daha sonra Osmanlı Türkçesine çevrilmişti.

Said Halim Paşa “İslamlaşmak” adındaki bu küçük eserinde şu ilginç fikirleri dile getiriyor:

“Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adam, kabul etmiş olduğu dinin esas prensiplerine göre hissetmedikçe ona göre düşünüp ona göre hareket etmedikçe, yani İslâm’ın ahlakiyyatına, içtimaiyyatına, siyasiyyatına tamamıyla kendini uydurmadıkça yalnız Müslümanlığını itiraf etmekle bir şey kazanamaz, hiçbir saadet de elde edemez.

Osmanlılar Avrupa ile temaslarında, evvelce düşmüş bulundukları uyuşukluklarından silkinip uyanmak istediler. Ancak mazideki azametlerini vücuda getiren kuvvetin İslam olduğunu unutarak, o mazinin Garp’tan geleceğini zannettiler. Selameti, önce bulmuş oldukları tarafta, yani İslam ahlak, içtimaiyyat ve siyasiyyatında arayacakları yerde Garbınkilerde bulacaklarını sandılar. İdare edenlerimiz şuna kâni oldular ki, şimdiki düşüşten yükselmek, bu suretle memleketi izmihlalden kurtarmak için başvurulacak tek çare, Garp kavimlerini taklit etmekten, diğer bir tabirle onların bütün prensiplerini, bütün telakkilerini kabul ederek, kendimizinkileri unutmaktan ibarettir. Halbuki bizim bütün müesseselerimiz, İslami prensiplerimiz ile İslami telakkilerimizden doğmuş olduğundan bunların yerine Garp telakki ve prensipleri üzerine kurulmuş yeni bir takım müesseseler ikame edebilmek için eskilerin inhitat haline düşmüş bulunmasından istifade ettiler. Demek oluyor ki, müesseselerin ıslahı, yahut ta’dili cihetine gidilmedi de, yeniden vücuda getirilmesi, icad edilmesi tercih olundu. İşte bu suretledir ki, Şeriat kürsileri ve medreseleri, yani ikisi de bir çok asırlar yaşamış Saltanat-ı Osmaniye’nin azamet ve şevketini temin etmiş olan adalet mahkemeleri ile ilim ve maarif müesseselerini ıslah çarelerini arayacak yerde, bu zavallıları bulundukları elim vaziyyet içinde bırakıverdiler. Ancak, kendisini idare edenlerden daha akıllı, daha kadirşinas olan halkın bağlı bulunduğu bu müesseseleri sırf o rabıtadan çekindikleri için büsbütün kaldıramadılar da onların yanı başına yepyeni tarzda mahkemeler, mektepler ikame ettiler ki, Fransız mahkemeleri ile Fransız mekteplerinden basma kalıp alınmış olmasından dolayı çevre ile asla münasebeti yoktu. Memleketimize bizzat Fransız kadar yabancı idi. Son asır zarfında bu kabilden vücuda getirilmek istenen bütün yenilikleri burada saymak lüzumsuz bir külfettir. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki bunların hepsinin üzerinde, bizim telakkilerimize, bizim prensiplerimize karşı derin bir husumet ruhunun tezahürleri kendini göstermiş bulunuyordu.

İşte teceddüt denilen bu yenilikler, asırlardan beri teessüs etmiş akideleri, fikirleri, telakkileri, an’aneleri, hissiyatı ve ahlakı harap etmekten, sözün kısası, memleketi her gün, bu şekilde meş’um eserlerini gördüğümüz, tam bir manevi anarşiye sürüklemekten başka bir şeye yaramadı. Batı medeniyetinin tesiriyle meydana gelip zamanımızda ‘Osmanlı rönesansı; İntibah-ı Osmani’ ünvanıyla tavsif edilmekte olan bu ikinci ‘İslam’dan uzaklaşmak’ gerçekte öyle nev’i şahsına münhasır bir ihtilal devresidir ki, bizzat memleket kendisini idare edenlerin ifratlarına, evham ve hayallerine istinad eden tasavvurlarına karşı sürekli savaşarak onları itidale, hikmet ve basirete davet etmektedir.

Vâkıa hiç benzeri görülmeyen bu gayr-i tabiilik hangi mahiyette olursa olsun, her ihtilal devresinin mutlaka doğuracağı tepkiyi şimdiye kadar geciktirmeyi başarmışsa da, bunu ilelebed men edemeyecektir. Çare yok, bir gün gelecektir ki, İslami gerçekler, Müslümanlığa karşı gelen dalaletlere bir defa daha galebe çalacak da, hükümdarı, yer yüzündeki Müslümanların halifesi bulunan bu memleket bir kere daha İslam milletlerinin başına geçerek, onları saadet diyarına doğru sevkedecektir.”

Bakınız, şair de aynı görüşü dile getiriyor:

Bir gün olur doğar elbet şems-i hakîkat

Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?

#Said Halim Paşa
#İslamlaşmak
#Hakikat
3 yıl önce
Said Halim Paşa ve “İslâmlaşmak”
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı