|
Bir Japon nasıl ölür?

“İnsanın üç kitabı olmalı, birisini başının üstüne, diğerini sağ omuzuna, ötekisini de sol omuzuna koymalı” demişti Ali Ayçil, bilmem hatırlar mı, böyle bir konuşma geçmişti aramızda.

Bunu daha sonra düşündüm, latifeyle karışık “Adam gövdeden müteşekkil bir kütüphane tasarlıyor galiba” dedim, ama enteresan gelmişti bana, hem başın üstüne, hem sağ omuza, hem de sol omuza layık üç kitaptan oluşan bir üçleme.



“İnsanın üç kitabı olmalı” meselesi, insanın üç sözü olmalı, üç kelâmı, üç duruşu, üç vakti, üç hâli, üç derdi ve nihayetinde gökten düşen üç elma kadar sahici üç kerâmeti belki de…

Şair Ali Ayçil’in, “Bir Japon Nasıl Ölür?” başlığı altında yirmi dört şiirden oluşan yeni kitabı, Dergah Yayınları’ndan çıktı, alması gereken yerlerde yerini aldı, görmesi gereken gözler gördü, okuması gereken diller okudu, “Ulu orta konuşulan belli ki benim yazgım!” dediği özünü, özelini bizimle paylaştı, sağ olsun, var olsun...

Bu son kitap, Ayçil’in üçüncü şiir kitabı, deneme ve hikâyeleriyle birlikte toplamda yedinci kitabı.

Şimdi benim merakım başka tabi, bu son kitap, Ayçil’in tabiriyle, başa mı, sağ omuza mı, yoksa sol omuza konulacak, gerçekten zor mesele; fakat öyle zannediyorum ki, buna biz okurlar karar vereceğiz, o kadar da hakkımız olsun zaten…

Kitap, “Bal/Kan” şiiriyle başlıyor, “Bal/Kan” şiiri, sanki gövdesini terk etmiş ruhun, büyükçe bir kayanın üstüne oturup kendini hikâye etmesini anlatıyor, öyle tarafsız, öyle nazik bir şekilde yapıyor ki bunu, kendi kendine koyduğu mesafeyi, “Dönüp bakıyorum da uzak bir komşu gibi akranım olan bana/ bana ait çözülmemiş tek düğme benden başka öldürülmüş bahçe yok” halini, haklı bir yemin gibi ortaya sürüyor ve sonra hepimizi kıskandıran, hepimizi terbiye eden, o dizeyi münbit bir ova gibi seriyor önümüze: “Hayret nasıl büyüyorum toprağım küçüldükçe…”

İçi hikmetle dolu bir satırlık hikâyeler, el yordamıyla, göz kararıyla çizilmiş bir sürü manzaralar, aşılması ve deşilmesi gereken bir sürü eşikler, eşlik ediyor bize, sanki koskoca bir tarihin tezgâha düşmüş küflü nesneleriyle oynaşıyoruz, her dizenin altına kamp kurmak için koşuyoruz da koşuyoruz, kapağın arkasına kadar taşan, “Bir sabah dünya boşken kalkıp sordum kendime: neyin var taşınacak?/ şu kırık dal sesinden, şu tökezleyen ırmak gürültüsünden başka/ neyin var sen gidince aklı sende kalacak!” dizelerinde pişen mutasavvıf zihnin terennümüne ortak oluyoruz ve “ne güzel bir doymuşluk, aman nazar değmesin” diyoruz.

Ben, Ali Ayçil şiirinde, denemesinde, adını bir türlü koyamadığım o seferden ama mutlaka yenilgiyle biten o seferden dönen, dünyayı gururlu tebessümüyle alaya alan, bütün hasretini sırtına yüklenen, o mübarek berduşu görürüm, “ev” sözcüğünün ters yazılınca “ve” oluşu gibi, yedeğinde “ve”den sonra devam edecek cümlesiyle evine, obasına, yuvasına varan o sevimli berduşu, “Hep bir yenilgiden dönerdin işte yenildin mutlusun muhakkak/ ağzın lekelenmedi insandan, Tanrı neyi yargılayacak!” diyen, avuçları paslı, dili prangalı, saçları kirli, ensesi kıllı o berduşu… Ve o berduşun “Güneşin altında yapılan bütün işleri gördüm, hepsi boş/ işte tarttığım rüzgar, işte binbir neşeyle attığım zar ortada” deyişini…

Ben, Ali Ayçil şiirini, Sezen Aksu şarkısı dinler gibi okurum, “Seni sarı çiçeklerle konuşturan hayretin dili bende/ niçin hiç çözülmedi cennetin bahçelerine inen efendim?” dizeleri, yorgun bir Kanlıca melodisini kışkırtacak kadar hüzünlü bir güfte değil midir, yoksa bana mı öyle gelir efendim?..

Ben, Ali Ayçil şiirini, Nasrettin Hoca’yı dünyaya getiren gizemi anlamak için okurum, “Burada bir boşluğa kapı yaptılar beni” deyişini, Hoca Nasrettin’in türbesini resmeden ve boşluğa bekçilik eden bir hoşluk olarak okurum, hata mı ederim efendim?..

Ben, Ali Ayçil şiirini, “Sis ırmağa inmeden kalkıp gitmemiz gerek/ uyan hadi kelebek daha yolumuz uzun” deyişinden öperim…

Kelebek öpülmez mi, yoksa hata ederim efendim…

#Ali Ayçil
6 yıl önce
Bir Japon nasıl ölür?
28 Şubat soruşturmaları ve davasına FETÖ neden müdahil oldu?
Diplomalı anne kararsızlığı...
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…