|
Cumhurbaşkanlığı seyahatnamesi

Cenap Şehabettin, 1909’da, Hac Yolunda, şöyle bir Kahire sahnesi anlatıyor: “Yarı karanlık bir avlu içinde çantalar, sandıklar, denkler pek düzensiz ehramlar oluşturuyor, ağır yükler altında hamalların kıvırcık saçları terliyor, dar nefesleri inliyor, gözleri dayanma kanı içinde sızlıyordu. Dilmaçlar aldatıcı bir incelik ile gezgin madamlar önünde baş kesiyor, yaldızlı şapkalarını ellerinde sallayarak kılavuzluk vaat ediyorlardı.”

Ahmet Rasim, 1915’te, Romanya Mektupları’nda, Bulgar kadınlarının resmini çiziyor: “Mat, dediğimiz, donuk ama göz alan renk yerine Bulgar kadınlığında açık bir solukluk var. Duru, pembe üzerine beyaz, ebru ebru, fiske vursan kan fışkıracak gül yanak buralarda yok. Gelsin esmer, sarılıktan yeni kalkmış olanların yüzlerinde görülen hafif kara sarı renk.”

Mazhar Osman, 1915’te, Avustralya Seyahati’nde, yerli halkla ilgili bilgiler veriyor: “Burada yerliler tamamile iptidai bir halde olup sabit bir vatanları yoktur, göçebe halinde yaşarlar ve bizzat hükümet bu bedbahtları temdin ve tenvir etmek arzusunda değildir. O kadar ki fabrikalarda bile çalışmak –belki bir sanat öğrenir kaygusile- memnudur. Yalnız tenha ve uzak arazide, Avrupalı amele bulunmadığı zaman hükümetten müsaade alınmak şartile rençberlikte istihdam edilebilirler.”

Kemal İlkul, 1919’da, Türkistan ve Çin Yollarında Unutulmayan Hatıralar’da, Çin’de yaşanan sefaleti yaşatıyor: “Gutey, harap bir şehir ve Çin diyarının bir meşheri sefaleti idi, fakirlik bütün uryanlığı ile Gutay halkı üzerinde hüküm sürmekte idi, solgun yüzlü, uzun saçlı, çapa tırnaklı insanları kalbe bir melal ve haşiyet veriyorlardı.”

Tahsin İybar, 1919’da, Sibirya’dan Serendibe adlı seyahatnamesinde, Afganistan siyasetini özetliyor: “Eski Afgan Emirleri, Afganistan’daki Şii tebalarının nazarlarını İran’dan çevirmek için Hazreti Ali’nin merkadinin burada olduğuna göre bir türbe ve bir de cami yaptırmışlar. Cami ve türbe, bizdeki Selçuki asarını andırır, mavi çinilerle süslüdür.”

Yahya Kemal Beyatlı, 1921’de, Dergah Dergisi’nde yayınlanan Balkan adlı yazısında, elden çıkan vatan topraklarını hatırlatıyor: “Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lakin bilmem uzun asırlar bile o sularla, o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?”

Samipaşazade Sezai, 1923’te, Granada’da, batan güneşin ışıltısını alnımıza vuruyor: “Arap ozanların evreni dolanırken bir kez olsun Suriye’de Şam, Endülüste Gırnata gibi iki gönül dinlendiren kent görmemiştir, dedikleri kente, ben girerken, güneş, gördüğü bugünkü Gırnata’dan yüzü kızararak batıyordu.”

Şüküfe Nihal, 1935’te, Finlandiya’ya ayak bastığında, bir başka coğrafyanın sarı çocuklarından bahsediyor: “Fin toprağı bizi pembe bir gülüşle karşıladı. Temiz, ince, şiire benzer bir gülüş… Sandım ki, pek büyük bir varlığın önüne çıktım, gönlümde saygıyla dolu bir sarsıntı başladı. Akşamdı, güneşin batma saatleriydi. Engin bir yeşilliğin arasında ufuklar alev alev yanıyordu. Bembeyaz alınlı, sevimli istasyon evinin önünde durduk. Önümüzden bir grup asker geçti, hepsi bir elden, bir kalıptan çıkmış gibi, ince boylu, güneş saçlı gençler. Geyimleri tertemiz…”

Ahmet Emin Yalman, 1943’te, Havalarda 50.000 Kilometre Seyehat ederken, Fransızlaşan Afrika’ya ayna tutuyor: “Çad gölü civarında Hür Fransa arazisine iniyoruz. Hava meydanında Hür Fransız subayları dolaşıyor. Kocaman sakallı adamlar. Fransızca duyunca vatandaşa rastlamış gibi alaka duyuyoruz.”

Yümnü Sedes, 1964’te, Cenup Denizler Gezisi’nde, Fiji’den yazdığı mektupta, bir vedaya ağıt yakıyor: “Korolevu’dan dün akşam ayrıldım. Oteli terk ederken bütün siyahi hizmetçiler çömelmiş bir vaziyette, Korolevu, namuna tiko gna (Korolevu sana elveda) şarkısını benim için hep bir ağızdan söylediler ve kalbimi birdenbire mahzun bir hava kapladı.”

Nazım Porov, Sete’yi, Burhan Arpad, Salzburg’u, Fahrettin Kerim Gökay, Norveç’i, Ercüment Ekrem Talü, Yugoslavya’yı, Ali Rıza Akısan, Chicago’yu, Selahattin Batu, Sevilla’yı, Bedii Faik, New York’u, Emel Esin, Semarkand’ı, Hasan Ali Yücel, Londra’yı, Niyazi Berkes, Jakarta’yı, Çetin Altan, Kudüs’ü, Melih Cevdet Anday, Rusya’yı, Şevket Rado, Azerbaycan’ı, Çelik Gülersoy, Tokyo’yu, Ara Güler, Yemen’i ve bütün bu değerli kalemlerin anlattıklarını da Enis Batur bize anlatıyor.

O anlatıcılar bitti artık, şimdi kimse bir şey anlatamıyor.

Devlet adamları ile seyahatlere katılan, şehirler gören, coğrafyalar dolaşan bir tane gazeteci, yazar yok ki, bu emsalsiz gezilerden asırlar sonrasına kalacak bir seyahatname yazsın.

Cumhurbaşkanlığı yetkililerine şiddetle tavsiye ediyorum…

Seyahat heyetinize, edebiyat dergilerinin yayın yönetmenlerini, yazarları, şairleri dahil edin ki, ortaya bir Cumhurbaşkanlığı Seyahatnamesi çıksın, millete bir eser kalsın.

Geriye bir şey kalsın, iki satır bir şey…

#Cumhurbaşkanlığı
#seyahatname
6 yıl önce
Cumhurbaşkanlığı seyahatnamesi
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset