|
Deprem gibi afetlerin teolojisi

Bir deprem, sel felaketi ve benzeri bir afet olduğunda hemen iki farklı tavırla karşılaşırız. Birileri derler ki, Allah cezalarını verdi, orada zaten son zamanlarda içki, zina, kumar gibi isyanlar çoğalmıştı. ‘Allah durdu durdu, turnayı gözünden vurdu’.

Bunlar böyle söyleyince diğerleri de derler ki, depremin ya da diğer belaların günahlarla ne alakası var? Her şeyi günaha sevaba ya da dine bağlayan bu bağnaz insanlar da bizim ayrı bir belamız.
Bunlar dünyayı da, bilimi de anlamamış geri düşünceli yobazlar. Mesela depremin sıkışan fay hatlarının bir şekilde kırılmasıyla oluşacağını bile bilmiyorlar

Öyle midir?

Meselenin İslam’la, imanla ya da dinle alakasını bulmaya çalışacağız, ama ondan önce bu tavır alışlardaki iki noktaya işaret etmeliyiz. Birincisi bu ‘tabiat olaylarını’ belli bir yer ya da
belli insanlar için ceza ve bela ile açıklayanların acizlikten ve ezilmişlikten kaynaklanan, oh olsun, tepkileri.
İkincisi, diğer tarafın bu açıklamalardan rahatsız olmaları. Birincisi bir intikam, bir rahatlama psikolojisi, ikincisi de bir korku, hayat tarzlarına ve konforlarına karışılmasından endişe duyma refleksi. Bu hal sanki öbürlerinin dediklerine ihtimal vermiş olmanın tepkisi gibi gözüküyor. Çünkü böyle olmasaydı, ne derlerse desinler, demeye bile ihtiyaç duymadan hayatlarına devam ederlerdi, hiç aldırmazlardı. Demek ki, bu söylenenlerde gerçek payı olma ihtimalini hesaba katma bile onları rahatsız ediyor. Ya da bunu hayat tarzlarına bir müdahale olarak görüyorlar. Ama bu son ihtimale şöyle denemez mi? Karşı tarafın bela ve musibetleri isyanlara bağlamaları berikilerin hayat tarzlarına müdahale ise, bunların da böyle bir alakanın olmadığını söylemeleri onların inançlarına bir müdahale değil mi?
Ayrıca birinci taraf gibi düşündüğümüzde, neden mesela depremin hep aynı bölgelerde oluştuğunu, neden o bölgelerde sadece sakat binaları yıktığını, neden sebep olarak gösterilen isyanları yapmamış olanları da cezalandırdığını,
hatta bu isyanlarda daha ileri olan bölgelerde neden deprem olmadığını da izah edebilmemiz gerekir.

Bunu sonraya bırakıp biz hangi tarafın ne ölçüde haklı ya da haksız olabileceğini irdelemeye çalışalım.

Bunu yaparken meseleye din açısından bakacağımız tabiidir. Yani din denen bir hakikati kabul ediyorsanız, onun bu konudaki hükmünü hakikat bilirsiniz. Yeter ki bu hüküm doğru anlaşılmış olsun. Kabul etmiyorsanız o zaman da duymayıp geçersiniz, hayatınızı yaşamaya devam edersiniz, anlamsız saydığınız sözler sizi etkilemez. Çünkü bu açıklamalar ne ilktir, ne de son olacaktır.

Gelelim meselenin bizim penceremizden nasıl göründüğüne.
Yeterince bilgili ve bilinçli bir Müslüman şöyle inanır: Kâinatta var olan her şeyi Allah yoktan yaratmıştır,
O her an yaratmaktadır. Yaratılmış olarak gördüğümüz şeyler de, hatta bütün hücrelerimizle biz de her an sürekli yaratılmaktayız. Gördüğümüz, bildiğimiz ve hissettiğimiz hiçbir şey rastgele ve kör bir tesadüfün eseri değildir ve hiçbir şey sebepsiz değildir.
Bilebileceğimiz bütün oluşların bir bilinebilecek yakın sebepleri vardır, bir de insanoğlunun bilemeyeceği daha arka plandaki manevi ya da metafizik sebepleri vardır.
Kader de budur. Allah olmuş olacak her şeyi biliyorsa ve hiçbir şey kendiliğinden ve rast gele olmuyorsa demek ki, bunların böyle olacağını bizzat O planlamıştır. O olanların insan iradesiyle ilgili yönlerini de ve onların oluşturacağı sebepleri de biliyordu. Bütün bu sebeplere göre bu sonuçları yarattı.
Yani bunların bir sadece O’nun takdirini ilgilendiren yönü bir de insanların iradelerine göre oluşacak yönü vardır.
Bunların her ikisi de kaderin bir parçasıdır. Ne var ki, bu kaderin bir ucu insan iradesinin alacağı şekle göre çizilmiştir.
Allah’ın tabiatta yarattığı ve bizim de deney, tecrübe ve bilimle bileceğimiz ‘tabiat kanunları’, meselenin bizim bilgimize ve bilime bakan yönüdür.
Ama biz bu kanunları tabiatta görmeseydik onların olmaları gerektiğini anlayamazdık.
Mesela yer çekimi denen şey olmasaydı, onun varlığı konusunda bizim hiçbir fikrimiz olmazdı. Olmadığı için bizim bilmediğimiz daha pek çok kanunlar olamaz mı? O halde bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün kanunları yaratan Allah’tır
ve Allah kendi yarattığı kanunlara bağlı kalma mecburiyetinde de değildir.
Ateşin yakması, Allah’ın onun tabiatına koyduğu bir özelliğidir, yani bir kanundur. Ama Allah ona ‘serinlik ol’ derse ateş yakmaz. O böyle demişse bunun da elbette sebepleri vardır.

Farkına varmadan meselenin özünden uzaklaştık ve söyleyeceklerimiz sonraya kaldı.

#İslam
#Allah
#Kainat
#Müslüman
4 yıl önce
Deprem gibi afetlerin teolojisi
Niyaz ve gökyüzü
1 yaşındaki tarım işçisi
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm