|
Kitapçı, kitaplar, gözyaşı ve ağıt

Günlerden cuma. Taksideyim. Biraz önce aldığım bir kitabı okuyorum. Kitabın adı Gözyaşları ve Azizler. Yazarı 1911 doğumlu, o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sınırları içinde bulunan Raşinari adlı Rumen kasabasında doğmuş Ortodoks bir papazın oğlu Emil Michael Cioran.

Kitabı biraz önce kitapçıda rastlayınca aldım. Yol üstünde bir kitapçıya uğrayıp kitaplara göz atma lüksü olan kaç kişi kaldı! Belediyeler semt kitapçılarından kira almamalı, vergi almamalı. Hiç olmazsa aynı semtin insanları bir kitapçıda karşılaşarak insani temsilin selam bahsini ayakta tutabilmeli.

Biraz önce başında leylak rengi yün ressam beresi olan kadın ile karşılaşmak hayata dair bir fasiküldü benim için. Elinde benim açımdan komplo/derin devlet kitapları, leylak bereli hanım açısından “tarihi belge” kitapları vardı. Leylak bereli sevimli hanım “Komşunun çocuğuna aldık okusunlar da bir şeyler öğrensinler” diye başladı sohbetine. Kitapçı ile çocukların artık kitap okumadığına dair bir sohbete giriştiler. Kitapçı, “Hasan Şadoğlu Ortaokulu’nda bir öğretmen var yılda en az on kitap okutuyor” dedi. Onlar konuşurken kitap rafları arasında dolaşmak ruhuma iyi geldi. Milan Kundera’nın Saptırılmış Vasiyetler kitabını arıyorum. İnternetten sipariş vermek zorunda kalmadan kitaplarla rafta karşılaşmak beni o kadar mutlu ediyor ki. Hele hiç beklemediğim bir kitapla oracıkta karşılaşmak, ayaküstü okumak, ayaküstü okurken yaş ortalaması 50-60 olan hanımların değiş-tokuş ettikleri ya da geçen hafta sipariş ettikleri kitaplar üzerinden sohbetlerini dinlemek...

Leylak bereli hanım, “Ölmek bir şey değil ardımdan üzülecekler” dedi. Kim üzülecekti? Yeğenleri. “Üzülenler hayata çabuk karışır, siz onları merak etmeyin onlar üzülecek diye kendinizi niye üzüyorsunuz. Yaşadığım sürece sevinecekler diye düşünün” dedim.

“Ağlayacaklar” dedi. “Daha annelerini yeni kaybettiler.”

“Ağlayacaklar” dediği sıra gördüm o kitabı. Gözyaşları ve Azizler’i.

Kitabı aldım çıktım. Leylak bereli hanım ile kitapçı odalar dolusu kitaplar üzerine sohbetlerine devam ediyordu.

Ben onları “odalar dolusu kitapla” bırakıp giderken leylak bereli hanım iyi akşamlar deyip mekândan ayrılma girişimime şaşırdı. Çünkü onun odalar dolusu kitaplarına şaşırmamı bekliyordu. Oysa bilmiyordu ki şu karşısında duran yeşil başörtülü kadın da yaklaşık bir yıl önce odalar dolusu kitabın ortasında günlerce ağlamış niye bu kadar kitap biriktirdim diye kahrolmuştu. Kahrolup kendisine sınır koymuş, bir daha kitap almayacağım diye deliler gibi söz vermiş sözünü sadece ve sadece kırk gün tutabilmişti.

Taksi beklerken ayaküstü okumaya başladım. Taksiye binince okumaya devam ediyordum. Taksi şoförü haberleri dinliyordu. Haberlerin içinden ağıt kelimesini seçti kulağım.

Kitabı okumaya ara verdim. Radyonun sesini açar mısınız diyerek kendimi radyodan gelen ağıta bıraktım. O ağıt kimin içindi, söyleyen ses kime ait idi? Şoför haber peşinde dolaşırken rastlamış, benim talebim üzerine ağıtın söylendiği radyo kanalında ibreyi sabitlemişti.

Şu yaşadığımız günler için upuzun bir ağıt yakasım var. Ama o ağıtı, olmayan hangi sesimle, varamadığım hangi dağlardan aşağı salacağım ki!

Kitabın sayfalarına geri döndüm. Anladım ki kitap benim varamadığım menziller, söyleyemediğim sözler, dile getiremediğim kederler için, içini içime döktüğüm tek yer. Evet, kitap benim için bir “yer”.

Tesadüf bu ya rastgele açtığım o sayfada bakınız karşıma ne çıktı:

“Müzikal, derin düşüncenin genel anlamda düşüncenin prototipi olması gerekir. Bir nedeni tüketinceye kadar, son sınırına kadar izlememiş bir filozof var mıdır? Eksiksiz düşünce sadece müzikte vardır. En derin filozoflardan sonra sıfırdan başlama ihtiyacı doğuyor. Kesin cevapları verebilen sadece müziktir.”

Kitabı kapattım. Başımı taksinin camına dayadım. Şoför “Hasta mısın abla?” diye sordu tedirgin bir şekilde. “Yok, iyiyim” dedim.

‘İyi’ değildim esasında, “Kesin cevapları verebilen sadece müziktir” kısmı beni can evimden vurdu. Neden vurduğunu anlayamadım. Bir şey vardı. Bir şey. Tasvir edemeyeceğim bir şey. Varacağım yere varmayı göze alamadan taksiden indim. Yürümeye başladım. Yürürken yürürken tasvir edemediğim o his içimde bir bütünlüğe kavuştu.

Eve gittim ve Hakikat İncinmesin romanının “Naciye Paşa’nın Anlattığı” bölümünü gözyaşları ile yeniden yazdım.

#Kitap
#Ağıt
#Avusturya
4 yıl önce
Kitapçı, kitaplar, gözyaşı ve ağıt
Maradona nasıl sofi oldu?
15 Temmuz’a 4 yıl ilerisinden bakmak
İnsan insan ola ki üslûbunca öle!
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…