|
Anlamı didikleyen sesler

Dünyanın her tarafı sürekli başkalarına hararetle bir şeyler anlatmaya çalışan insanlarla dolu. Neredeyse hiç dinleyen, hiç anlamaya çalışan yok. Dinlemesi gerekenler de sürekli etrafındakilere bir şeyler anlatmaya çalışıyor çünkü. hayatlarımıza bir bakalım şöyle; bu kadar çok anlamış insan bulunma ihtimali var mı gerçekten bu gezegende?

Sürekli “Seni anlıyorum” deyip duruyordu karşısındakine biri. “Neyi anlıyorsun, beni daha ben bile anlamıyorum” diye susturdu onu nihayet karşısındaki.

Kabul edelim, lafını ettiğimiz kadar iyilik yok hayatlarımızda, paylaşıp durduğumuz kadar hikmet, havasını attığımız kadar bilgi, suyunu çıkarttığımız kadar sevgi yok! Olduğumuzu göstermeye çalıştığımız kadar ‘özel’ insanlar değiliz, olamadık, olamıyoruz. Bizi oraya götürecek yolu bulamıyoruz, çünkü aslında aramıyoruz. İçini dolduramadığımız ne varsa abanıyoruz bu yüzden üstüne. Sesimizi yükselterek sessizliğin açığa çıkardığı şeyleri bastırmaya çalışıyoruz. Naylon ilgiler geliştiriyoruz durmadan, plastik hissiyatlar, tez zamanda buharlaşıp havaya karışacak duyarlılıklar... Çok olmak istiyoruz, çok görünmek istiyoruz ama az bile olamıyoruz. Kaybettiğimiz gerçeği bulamıyoruz.

“İnsanların söylediklerini dinleriz, yazdıklarını okuruz, kanıtımız budur, doğrulamamız budur. Ama eğer yüz, konuşan kişinin sözcükleriyle çelişiyorsa, yüzü sorgularız. Gözlerde kurnazca bir bakış, artan bir yüz kızarması, bir yüz kasının kontrol edilemeyen seğirmesi ve sonra biliriz. İki yüzlülüğü ya da sahte iddiayı tanırız. Gerçek önümüzde apaçık durmaktadır” diyor Julian Barnes, ‘Bir Son Duygusu’nda.

Sürekli bir şeyleri anlamsızca, gürültüye boğarak, abartarak ve dolayısıyla içini boşaltarak törenselleştiriyoruz. Bunu epeyce bir zamandır yapıyor olmalıyız ki, törenini düzenlemek için daha önce törenselleştirilmemiş bir şey bulmakta zorluk çeker hale geldik son zamanlarda. Biz görmeyi, kabul etmeyi, itiraf etmeyi hiç istemiyor olsak da; bu kadar çok, bu kadar cafcaflı, bu kadar ‘kesif’ bir törenselleştirme gayretinin altında yatan sebep belli aslında: Hayatımız bomboş! Bütün bu köpürtme gayreti o boşluğu doldurmak için!

“Zamanı geldiğinde, uzun süredir giydiğimiz ve bu yüzden vücudumuzun şeklini almış giysilerden kurtulmak ve bizi daima aynı yere götüren yolları unutmak zorunda kalacağız. Ve bu zaman geldiğinde nehri geçmemiz gerekecek; bunu yapmaya cesaretimiz olmazsa sonsuza kadar kendi altımızda kalmış olacağız” diye yazmış Fernando Pessoa, ‘Anlamaktan Yoruldum’ kitabında.

Ağzından çıkan sözlerin yankısı dönüp kendisini bulmasın diye söylediği anda iki parmağıyla kulaklarını tıkıyordu. Kendi sesinden daha fazla ürküten bir şey yoktu onu.

Bir de şunu düşünün; bir meselenin aslına aramaya çalışırken kendi asılsızlığının farkına varan biri ne hisseder?

Gürültü kelimeleri eziyor, anlamları bastırıyor. İhtiras samimiyeti kemirerek besleniyor, büyüyor, palazlanıyor. Yüksek sesle söylendiğinde kulağa masum gibi gelen yalanlar gerçeği parçalıyor. Hak edilmemiş övünçler havada asılı kalıp uzun zaman çınlamaya, bilinçleri sağır etmeye devam ediyor. Duygular elden ele dolaşmaktan yorgun düşüyor, eskiyor, örseleniyor. Zifiri bir hayatsızlık, hayatın içini köşe bucak ele geçiriyor, işgal ediyor.

“Birileri durmadan her şeyin yerini değiştiriyor sanki” dedi sıkıntıyla beyaz saçlı adam, “aradığın hiçbir şeyi yerinde bulamıyorsun!”

...

İlgilisine küçük bir not: Yurtdışı

Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın ‘Türk Diasporası Medya Ödülleri’ adı altında bir yarışma düzenlediğini buradan duyurmuştum. Yoğun talepler üzerine yarışmanın başvuru tarihi bir ay ertelenerek 18 Eylül 2020 olarak güncellenmiştir.

#Julian Barnes
#Bir Son Duygusu
٪d سنوات قبل
Anlamı didikleyen sesler
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi