|
Anlamın ikamesi

Toplum olarak herhangi bir meseleye derinliğine bakma, o meseleyi bütün boyutlarıyla değerlendirme ve nihayetinde soğukkanlılıkla makul neticelere bağlama imkanımızı yitiriyoruz yavaş yavaş. Çünkü düşünmeye sıfır noktasından temiz bir zihinle başlayamıyoruz. Herkesin zihni geçmişte yaşananların tortularıyla, çoktan hükme bağlanmış yargılarla dolu. Hadiselerin kendine özgü şartlarının ya da kişilerin farklı davranabilme ihtimallerinin pek bir anlamı olmuyor bu durumda. Olan bitene sığ, esnekliğini yitirerek katılaşmış, belli ezberler üzerinde ilerleyen zihinlerle bakmakla hiç bakmamaktan daha kötü bir şey yapmış oluyoruz böylece. Meselelere ortak bir çözüm aramak yerine düğümlerine yeni düğümler ekleyerek daha da çözülemez hale getiriyoruz. Bunun sebebi, katılaşmış zihinlerin, sığ anlayışların kör inatlaşmasından başka bir şey değil! Nasıl çıkacağız peki bu kısır döngüden? Bu katılaşmaları nasıl gideceğiz, anlayışlarımızı nasıl esneteceğiz ve ortak bir kavrayış zeminini nasıl elde edeceğiz? Hiç kimse kör inadından vazgeçmeyi göze almayacaksa eğer, her meselede sürekli başa dönüp duracağız, hiç mesafe alamayacağız demektir. Bu hepimizin birlikte kaybetmesi, gerçeklerden birlikte uzaklaşması demek!

“...modernitenin özelliği parçalamak ve kategorize etmektir; sonra da her kategoriyi kendi bağımsız bağlamı içinde değerlendirmektir. Müslüman olmak bu tür düşünce biçiminin dışına çıkmak demektir zaten. Şu an Müslümanlar bu parçaların herhangi birinden hareketle hayatını yaşıyor ve parçalanmayı görmüyor. Kendisi kimlik olarak Müslüman fakat amel olarak bu parçalanmışlıktan gelen bir tecrübenin hasılasını ortaya koyuyor” diyor Abdurrahman Arslan, ‘Dünyaya Müslümanca Bakmak’ kitabında.

İnsanlar düşüncelerini duygusal tatminlerinin basit bir malzemesi olarak görmeye başladı. Bu hem düşüncelerin hem de duyguların içlerini, içeriklerini, derinliklerini kaybetmesi sonucunu doğuruyor. Duygu ve düşünceleri insanları yükseltmiyor, aksine daha aşağılara düşürüyor. Çoğaltmıyor azaltıyor. Tahkim etmiyor boşaltıyor. Çarpışan arabalar gibi olduk tabiri caizse, yol almak için değil çarpışmak için üretilmiş arabaların yolcularıyız. İnsanların fren yapma mecburiyetinden kurtulması bir kazanım değil; çünkü çarpışma istenmeyen kazaların konusu olmaktan çıktı böylece, oynadığımız bu tehlikeli oyunun temel amacı, derin yönelimi haline geldi.

“Şeyler, göstergeler ve eylemler düşüncelerinden, kavramlarından, özlerinden, değerlerinden, göndermelerinden, kökenlerinden ve amaçlarından kurtuldukları zaman sonsuza dek kendilerini üretirler. Düşünce çoktan yok olmuşken şeyler işlemeyi sürdürür; hem de kendi içeriklerini hiç umursamadan işlemeyi sürdürürler” diyor ‘Kötülüğün Şeffaflığı’nda, Jean Baudrillard.

İnsanların kelime dağarcığı sürekli küçülüyor. Her geçen gün daha az kelime ile konuşur, daha azıyla yetinir hale geliyoruz. Bu halimizi elbette dilimizle ilgili bir uyarı sinyali olarak alabiliriz. Ama mesele bundan daha vahim aslında. Bizim yaşadıklarımızı ifade etmede, duygu ve düşüncelerimizi söze dökmede kelimelere ihtiyacımız azalıyor aslında. Bu doğrudan söylemek gerekirse hayatın, hayatımızın yoksullaşması ilgili bir durum... Daha az kelime daha az anlam demek... İnsanın anlam arayışında ciddiye almamız gereken bir gerileme yaşanıyor. Neden böyle oluyor? Muhtemel ki, anlamı ikame edecek malzemenin önümüze hazır vaziyette konuyor olmasından. Bir tür ikame durumu var yani. Meyve suyunun yerine nektarının, kokunun yerine esansının konması gibi...

“Kelimelerle anlam ülkesinde küçük seyahatlere çıkabilirdik eskiden” dedi beyaz saçlı adam, “şimdi sanki bir boşlukta öylece dönüp duruyoruz sadece!”

#Jean Baudrillard
#Kötülüğün Şeffaflığı’nda
#İnsan
4 yıl önce
Anlamın ikamesi
Ebesi olmayan sobe
Kara dinlilerle milletin savaşı
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm