|
Kendi dilini bilmeyen

Deli bir ırmak gibi caddelerden akan insan seline bakınca, herkesin nereye gittiğini bildiği zannına kapılıyor insan ister istemez. Öyle mi peki? Hem evet hem hayır! Evet, çünkü ya evine, ya işine, ya bir başka adrese doğru telaşlı bir koşturmaca içinde insanlar... Ama elimizde bir adres olması, her gün tekerrür eden bütün bu telaşın, bütün bu koşturmacanın gerçekten ne için olduğunu bildiğimiz anlamına geliyor mu? Yıllar boyunca her gün çıkış noktalarından varış noktalarına doğru kan ter içinde koşturup duruyoruz. Sonra bunun tersini yapıyor, vardığımız noktadan yeniden çıktığımız noktaya dönüyoruz. Hiç bitmeyen bir döngü bu; evden işe, işten alışverişe, alışverişten eve, evden bizi eğlendirecek bir yerlere, sonra yine eve ve yine işe... Bütün bu mesai bir şeyler kazanabilmek için... Kazanıyoruz, harcıyoruz ve yine kazanmamız gerekiyor. Kazanıyoruz ve yine harcıyoruz. Bu iki şey arasında canhıraş bir halde durmadan gidip geliyoruz. Mutlu muyuz, hayır! Ama mutlu olmak için beklediğimiz bir şeyler var hep; emeklilik, tatil, maaşa zam, borçlara kolaylık, indirimli satışlar, aydınlık yarınlar ve saire... Bir insan seli olup deli bir ırmak gibi caddelerden akıp duruyoruz; yaşanmayan bugünlerden olmayan bir geleceğe doğru...



“Bütün bunlar ne için?” diye sordu pencereden şehrin karmaşasına bakan. “Böyle sorular sormamak için!” dedi yerinden hiç kalkmamış olan.



Mesai saatlerinden ibaretiz, otobüs seferlerinden, sıkışık trafik ağlarından... Bir yazılımı yaşıyoruz sanki hayat yerine. Ekranların karşısındaki kimliksiz gölgeleriz, uzaktan kumandaların, 'mouse'ların, klavye tuşlarının çalışmasını sağlayan yarı insan yarı robot gölgeler... Tepkilerimizi kalıplara döküyorlar, sevgilerimizi sloganlara, duygularımızı 'stiker'lara, kahve fincanlarına, kağıt peçetelere... Bir sürü dokunmatik şeyi olan ama birbirlerinin hayatlarına dokunamayan şaşkınlarız. Bağıra bağıra söyleyecek çok şeyimiz var ama doğru dürüst konuşacak hiç bir şeyimiz yok. CV'lerimiz var, kartvizitlerimiz, imajlarımız, referanslarımız, kredi kartlarımız, parmak izlerini tanıyan kimliklerimiz... Peki kimiz biz tam olarak? Kimiz ve kim değiliz? Bu yüzlerden hangisi bizim yüzümüz? Hani bizi birbirimizden ayıran kendine özgü hikayelerimiz? Hangi kelimeler sadece bizim kelimelerimiz? Konuştuğumuz bunca dil arasında hangisi gerçekten bizim dilimiz?



Bir de şunu düşünün; kocaman bir hoparlöre yakalanmış küçük bir fısıltı ne hisseder?



Ellerini cebinden hiç çıkarmıyordu; çünkü yaşadıkları tırnaklarının içinde kir gibi birikmişti.



“Açı doyurduğumda, hakareti affettiğimde, düşmanımı sevdiğimde... Bunlar güzel erdemler... Fakat ya dilencilerin en fakirinin ve suçluların en gaddarının kendi içimde olduğunu görürsem! Ya şefkatime en muhtaç kişinin ve en azılı düşmanımın kendim olduğunu farkedersem! O zaman ne olacak?” diye soruyor analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung.



Kendinden başka dil bilmeyen, hayatı hiçbir dile çevrilemeyen insanlar da var.



“Tek bir anını hakkıyla yaşadın mı ki” dedi meczup, “uzun yaşamanın sırrını arıyorsun!”


#Mesai saatleri
#Dokunmatik
#Trafik
7 yıl önce
Kendi dilini bilmeyen
İran ve dünya sistemi
İsimler lakaplar
İslamcılık ve evrensellik
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?