|
Kendinde olmayan kelimeler

Önce azalttılar bizi; seyrelttiler düşüncelerimizi, duygularımızı, ifadelerimizi, kelimelerimizi... Birkaç kelimelik bir özetimizde yaşamaya mahkum ettiler bizi. Pek zorlamadılar buna aslında, yönlendirdiler, sevk ettiler sadece zihinlerimizi. Eksilme çağındaydık zaten bir bakıma, yoktu tamamlığımızı savunacak kadar cephane ceplerimizde. Nereyi gösterdilerse koştuk, neyin altını çizdilerse inandık, neyin hamuruna bir parça öfke ya da gözyaşı ya da mahrumiyet kattılarsa sinsice, hemen kapıldık. Bizi kendimizde tutacak bir mukavemetimiz yoktu zaten, dağıldık. 'Sen birkaç kelimeyle dünyalar kurarsın' diye pohpohladılar nefislerimizi, gururdan, kibirden öylece sırıtıp kaldık. Kendini bile tarif edemeyecek birkaç çulsuz kelimeyi aldık, insanı insan sayısı kadar çok tarif edebilecek o hakiki lisanı bıraktık. Kötü bir alışverişti, düşünmeden kandık. Acısı çok sonra anlaşılan yaralar aldık, yandık. 'Siz oturun, gerçek nasılsa sizi arayıp bulur' dediler, öyle olur sandık. Oturduk, rahat edemedik. Kalktık, bir türlü yeterince sağlam duramadık. Yürümeye kalktık, kurtulamadık ayaklarımızdaki ağırlıklardan. Duralım dedik, durmadı bizimle birlikte dünya. Ne yapsak, ne kadar saklansak kıyı köşeye, aklımızı baştan çıkaran kurşunlara hedef olmaktan kendimizi kurtaramadık. Sevdalarımıza sarıldık, asılları yoktu. Bir davamız vardı görünüşte her birimizin, ama sorunca bir anda hatırlayamıyorduk. Saygı görmek istiyorduk ama yoktu bizim bile kendimize saygımız. Her esen rüzgarla savrulup duruyorduk çaresizce, uçup gidiyordu avuçlarımızda ne biriktiyse. Uyuyorduk, rüya göremiyorduk. Vazgeçsek, uyanık da kalamıyorduk. Ne tam yol ileri deyip yola çıkabiliyorduk, ne olduğumuz yerde sadra şifa bir teselli bulabiliyorduk. Çok kötü yaralamışlardı bizi, arıyor ama yaramızı bulamıyorduk. Bizi azaltmaya başladıkları yer hep acıyordu ince ince, nasıl dindirilir bu acı, bilemiyorduk. İçimizdeki insanı, dışımızdaki adamın elinden bir türlü kurtaramıyorduk. Zaman geçti, ömürler geçti, devirler geçti, kendini sürekli güncelleyen o büyük kayboluştan başka hiç bir şey geçmedi yazık ki elimize.



Tarkovski'nin Solaris'inden ilginç bir replik: “Ben uyurken, korku, umut, dert, mutluluk nedir bilmem. Uykuyu icat edene hayır dualar olsun. Her şeyi satın alan, çoban ve kralı, aptal ile zekiyi eşitleyen ortak para birimini... Uykuya dair bir tek kötü şey var. Ölüme çok benzediğini söylerler.”



Gönül ki, kiminde seyran, kiminde yangın yeri: “Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın/ Âteşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın/ Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın/ Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma” buyurmuş Yaman Dede, kendi deyişiyle Yanan Dede hazretleri...



Yaman Dede demişken, santuruna böyle nice arifânın irfan nakışlarını işleyen Sedat Anar'ın müziğine kulak veriyor musunuz? Son çıkan albümü 'Ehl-i Beyt Besteleri'nden geriye doğru bütün albümlerini arayın, bulun, içine girin demlenin derim, fakirâne...



İçinde durmadan kelimeler birikiyor birikiyor birikiyor ama sesini nerede kaybettiğini bulamadığı için onları bir türlü cana kavuşturamıyordu.



Bir de şunu düşünün; içindeki kurtların kemire kemire özünü tüketmekte olduğunu bilen bir ceviz ne hisseder?



“Biraz dur ki,” dedi meczup, “geride bıraktığın sözler de sana yetişsin!”


#Kelimeler
#Tarkovski
#Uyku
#Ehl-i Beyt Besteleri
#Meczup
7 yıl önce
Kendinde olmayan kelimeler
Seka Kağıt Müzesi ve Ahmet Yesevî
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…