|
Kırk kilit, tek anahtar

Öyle olduğunu bile bile fani olanın eteklerine sıkı sıkıya yapışmakla elimize ne geçecek? Bizden öncekilerin eline ne geçti ki bizim de geçsin. Bir bakalım etrafımıza, dün beraber yaşadıklarımızın bugün kaçı yanımızda. Kimlerle yiyip içiyor, gülüp eğleniyorduk, bugün nerede kimlerleyiz. Kimler hâlâ bizimle birlikte, kimlerin gülümseyen yüzü eksildi resimlerde. Günü gelen, vadesi dolan göçüp gidiyor, bilmeyenimiz var mı bunu? Şimdi buradayız diye dünyanın tapusunu alıp cebimize koyduk mu sanıyoruz? Yok öyle bir şey, hepimiz biliyoruz. Ama bilmeye ihanet ediyoruz. Dünyanın bir sonu yokmuş, acı bir salâ zamanın bir yerinde gününün gelmesini beklemiyormuş gibi yapıyoruz.


“Sadece biri öldüğünde" dedi beyaz saçlı adam, “yaşamakta olduğunun farkına varıyor bir çok insan!"



Yaşayanlar için ölüm hep başkasının başına gelen bir şey... Yedeğimizde ölümü kendimize bulaştırmadan savmaya yarayacak hazırkalıp laflar var. “Başın sağ olsun" diyoruz mesela... “Dostlar sağ olsun" diyor karşımızdaki de cevaben. Ölümü dil çabukluğuyla nasıl da dışında bırakıveriyoruz kendi hayatlarımızın. Hani neredeyse adı konmamış bir kutlama yapar gibi karşılıklı: “Ölen öldü ama neyse ki biz hayattayız!" Ne başımız sağ olacak sonsuza kadar oysa, ne de dostlarımız. Günü gelen, tıpkı kendisinden öncekiler gibi, ardında üç beş kırık dökük hatıra ve böyle birkaç beyhude diyalog bırakarak ayrılacak dünya hayatından. Hayattan sonrasının adını koymak için doğduk hepimiz. Misafir gittiğimiz eve yerleşmeye kalkmanın ne mânâsı var?



Ölümden kurtulmak için kendini dünyanın kollarına atıyorsan, bil ki dünya da ölecek!



Mantıku't-Tayr'dan birkaç satır ibret, başucumuzda dursun daima: “Ölüm ne ahmağı unutur, ne de akıllıyı; ne iyi bir adam ondan kurtulur, ne de kötüsü. Hangi kavimden olursan ol, sen de ölecek, onlar gibi sen de çekip gideceksin. Kim ölür de toprağın altına girerse herkes ona der ki: kurtuldu, rahata erdi. Çünkü dünya dağdağalarla doludur, onun ilk istirahat konağı da ölümdür. Madem ölüm sana galip gelecek, ne yapacaksan yap ondan kurtulmaya çare yok; kalk da göklere bir adım atalım. Bu kanla dolu çömleğin üzerini örtelim."



Görmeyi isteyen için her nokta bir mezar taşı...



Kefenini alıp bir bohçanın içinde saklardı eskiler, hiç unutmamak için gönlünün duvarına kendi ölümünün portresini asmış gibi...



Artık ölmeye hazır olduğunu söyleyip duruyordu. “Neden?" diye sordular, “Bu kadar yaşamak yetti!" dedi



Biyografilere bakın, başında bir doğum tarihi ve bir ölüm tarihi göreceksiniz. İki tarihi birbirinden sadece bir tire ayırıyor. Ne yaşıyorsak ifadesi işte o; doğduğumuz günle öldüğümüz gün arasına ilişen küçük bir tire!



Her ölüm ihtimalinden sonsuz bir hayatın derin fısıltısını işiten insanlar da var.



“Hangi tele vurunca böyle hıçkırabilir/ Güneşi kanadında taşıyan büyük melek/ Senin ince gönlünü hangi kış kırabilir,/ Ey sırma nakışında sarkıt duran kelebek!" diyor 'Ağlamak'ta şair, Süleyman Çobanoğlu.



“Kapına kırk kilit vurup da" dedi meczup, “ölümü kendine güldürme!"


#Kefen
#Mantıku't-Tayr
#Biyografi
7 yıl önce
Kırk kilit, tek anahtar
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’