|
Şahidin şahitleri

Sabah ve akşam saatlerinde, mesai öncesi ve sonrasında çeşitli vasıtalarla evlerine ya da iş yerlerine giden insanların bakışlarına bakarak hayatın ne kadar bir ağırlığı olduğunu anlayabilmek mümkün... Taşıdıkları yükün hayatlarının ferini nasıl alıp götürdüğünü ele veriyor camlara vuran bütün o donuk bakışlar... Muhtemel ki gittikleri yere vardıklarında silkinip kendilerine gelecek, yeni meşguliyetlerin ellerine bırakacaklar kendilerini. Ama bindikleri vasıta onları bir noktadan diğer noktaya götürürken yapacak bir şeyleri yok, buğulu camlarda dalıp gidiyor ve farkında olmadan dışa vuruyorlar, köklerini içlerinin derinliklerine kadar uzatan yorgunluklarını.


“Her sabah sanki daha önce zaten yaşamış olduğum bir güne uyanıyormuş gibi hissediyorum kendimi” dedi solda oturan. Hiç bir şey söylemedi donuk gözlerle camdan dışarıya bakan.

Sanki her şey sürekli hareket halinde ve biz öylece yerimizde sabitiz. Oysa bütün o hareket bizim eskiyip gidişimize bir fon teşkil ediyor sadece. Ardı ardına gelip geçen mevsimlerin tomurcuklanan bir yaprağın önce serpilip yeşermesine, sonra solgunlaşıp dalından düşmesine, sonra toprakta çürüyüp gitmesine eşlik ettikleri gibi... Biz sanıyoruz ki, yaşarken etrafımızda olup biten her şeye şahit oluyoruz. Tamam ama gerçeğin hepsi bu kadar mı? Etrafımızdaki her şeyin de bizde olan bitene şahit olduğunu neden düşünmek istemiyoruz. Bahçemizdeki bir dut ağacı mesela, kim bilir kaç neslin hiç anlatılmamış hikayesinin şahididir.

Doris Lessing’in ‘Sevme Alışkanlığı’ isimli kitabından birkaç dokunaklı satır bırakıyorum buraya: “Bir gün, mezarlıkta begonvilin dallarından birini kopardı ve eve götürüp yatağının yanındaki vazoya koydu. Yapraklara dokunup düzelterek bitkinin yanında oturdu. Yavaş yavaş dal rengini kaybetti ve çiçek kümeleri soldu. Vazoda kaskatı ölü solgun bir yaprak serpintisi kalmıştı; Frederick’in yüzü acı ve şaşkınlıkla buruşurken, parlak, dalgın, korkulu gözleri vazodan ayrılmıyordu”

Biz yeşil yanmasını beklerken mesela mavi ya da eflatun yanan bir trafik lambasını neden anlayışla karşılamayalım ki?

“Bulutların çıkınında/ Mis kokulu güvercinleri gökyüzünün/ Çıldırtırlar insan gözlü kedileri/ Ay doğar kuyulara yalınayak/ Telgraf tellerinde gemi leşleri” diyor Oktay Rıfat, ‘Nara Benzerdin’ kitabındaki bir şiirinde.

Eski insanlar pencerelerde, balkonlarda, tahtaboşlarda, çardaklarda, elma kabukları kuruttular, nane kuruttular, biber, patlıcan, domates kuruttular, soğuk kış günleri için papatya, ıhlamur kuruttular. Baktık ki bir gün kendileri de kuruyup gidivermişler.

“İnsan, hatırına geldiğinde canını yakacağını bile bile neden biriktirir ki içinde yaşadıklarını?” diye mırıldandı kendi kendine yaşlı kadın. Ya da o hiç ağzını açmadı da biz öyle sandık!

Akıp geçen her şeyle kendi halince barışık yaşayan, eskimek nedir bilmeyen insanlar da var.

Henüz tanışmadığınız bir komşunuzun kapısını çalıp bir tas sıcacık aşure uzattınız... Ne hayırlı, ne aydınlık bir iş yaptınız; uyumakta olan bir kandili asırlık uykusundan uyandırdınız.

“Kim bir gönüle gönlüyle dokunursa” dedi meczup,

“vallahi izi kalır!”

#Sabah
#Hayat
6 yıl önce
Şahidin şahitleri
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti