|
Teferruatın alacakaranlığı

Minicik bir başkalık, sessizce sırasını savmaya hazırlanan küçük sıradan bir günü hiç unutamayacağınız koskocaman bir güne dönüştürebilir.

“televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretmeye başladım. oradaki yayın çok iyi, haberleri daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar, ve asıl önemlisi akşamları gökgürültülü sürpriz programlar var. filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist” diye yazmış Ulus Baker, buna “Eyvallah!” diyor ve şapka çıkarıyorum.


“Bu söylediklerinin hepsi hayalden ibaret!” dedi oturan. “Öyle hamdolsun!” dedi ayaktaki.

Yüzünü pencereye değil duvara dönüp oturursan, gördüğün tek renk elbette duvarın rengi olur, hayat böyle!

Bir çok şeyi bir iki ısırık alıp bir kenarda unuttuğumuz güzel kırmızı bir elma gibi sonuna varmadan tüketip bırakıyor, bıraktığımız yerde de unutuyoruz. O elma bunu elbette hak etmiyor. Sıkılıp yarıda bıraktığımız şeylerin çoğu aslında tamamlanmayı fazlasıyla hak ediyor. Sıkılma eşiğimizde bir sıkıntı var. Sıkılma kültürümüzde daha büyük bir sıkıntı var. Bizim tad alma hissimizi körelttiler. Bunu dilimizde damağımızda değil, işin merkezinde, aklımızda, fikrimizde, hissiyatımızın merkez üssünde yaptılar. Bir şeye başlarken onu tüketip atma güdüleriyle başlıyoruz. Mesela kültürel meselelere ilişkin tavrımız, mükellef bir sofradaki ham, şımarık, savurgan davranışlarımızdan hiç farklı değil... Bizim kültürel sofralarımızdan geriye de, tıpkı gerçek sofralardan geriye kaldığı gibi, ucundan alınıp bırakılmış, tırtıklanmış, didiklenmiş, gururuyla oynanıp rencide edilmiş yemek artıkları kalıyor. Dokunuyor, çatalımızın ucuyla eşeliyor, ucundan dişliyor ve nihayet mundar edip geçiyoruz her meseleyi. Sadece bir tek mesele bulsak, orada dursak, onunla adam gibi beslenmeye, onu sindirmeye çalışsak, elimizdeki bütün zamanı sadece o meseleye vakfetsek, bir ömür o meselede yaşasak, sadece orada eğleşsek bile, bu akıl hovardalığından, bu duygu savurganlığından, bu kültürel pisboğazlıktan daha iyi değil mi?

Bir de şunu düşünün; meselenin aslını hatırlamayan teferruat ne hisseder?

Kitap yazan için başka, okuyan için başka bir hikayedir. Kitap ile o kitabı okuyanın arasına giren kişi o kitabın yazarı olsa bile, orada artık lüzumu olmayan bir yabancıdır.

“Ama ben yine de bir yazarın nasıl yazdığını anlatmasını çok yanlış buluyorum. Yazar okunsun diye yazar, açıklamalara ya da üzerinde yazılmış tezlere hiç gerek yoktur. Emin olun, bir kitabı okumakla karşılaştırıldığında, bir okuma akşamında yeni bir kitabın ilk okuma seansında duyacaklarınız çok yetersizdir; hadi okuma seansı yaptınız ama kitapla ilgili açıklamalara girmek hiç de yazarın alanı değildir ya da sanki bir yeri yabancılara tanıtan tur rehberi gibi de olmamalı yazar” demiş Ernest Hemingway. “İşte mevzu tam olarak bu!” diyor, bu esaslı sözlerin altına zevk mürekkebiyle imzamı atıyorum.

Yeni heyecanlara cesareti olmayan bir kelimeydi, sürekli satırın bir ucundan diğer ucuna kadar gidiyor, bir alt satıra atlamayı bir türlü göze alamıyordu.

Her an yeni bir oluşta olan alemi, her an yeni bir heyecanla bekleyen insanlar da var.

“Ha kanadı olmayan kuş” dedi meczup, “ha hayali olmayan insan!”

#Teferruat
#alacakaranllık
6 yıl önce
Teferruatın alacakaranlığı
Hoşafınızın yağı kesildi yoldaşlar
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!