|
Yakına çok uzak!

Çok önemli bulduğumuzu bağıra bağıra söylediğimiz şeylerle gerçekten ilgileniyor muyuz? Kendimizi tarif ettiğimiz kelimelerin aslında ne ifade ettiğini merak ediyor muyuz? Hakkında onlarca kesin yargı cümlesi kurduğumuz meselelerin hakikatine dönüp gerçekten bakıyor muyuz?



Konuşmanın ardından, “Çok dokunaklı konuşuyorsunuz” dedi dinleyen kürsüye yaklaşarak. “Ama herhalde bu salondaki herkesin dokunulmazlığı var” dedi konuşan gülümseyerek.



Hikmetin kelimeleri bin bir çeşit güzellikle elden ele, dilden dile, kulaktan kulağa, gözden göze dolaşıp duruyor aramızda. Ama o kelimeler bir gönülde durup konaklıyor mu, orası meçhul!



“Eski cam kavanozlardaki kelimeler şairleri bekler ve seçilmek için adeta çıldırırlarmış: Onlara göz atan, koklayan, dokunan, tatlarına bakan şairlere yalvarırlarmış. Şairler kavanozları açar, kelimeleri parmaklarıyla yoklar, sonra dillerinin ucuna ya da burunlarına yaklaştırırlarmış. Şairler hiç bilmedikleri kelimeleri ve bildikleri ama yitirdikleri kelimeleri ararlarmış” diyor Eduardo Galeano, Helena'nın Rüyaları'nda.



Bakın birileri hayatın içinden ne ilginç şeyler bulup çıkarıyor. Eskimoların buzdolaplarını bizim yaptığımızın aksine, yiyeceklerinin donmaması için kullandıklarını biliyor muydunuz mesela? Peki ya su samurlarının her gece el ele tutuşarak uyuduklarını?



Dünyada dönüp bakılması gereken ne kadar çok hayranlık verici şey var, keşke hayretlerimizi hep evde unutmasak!



Herkesin önceden tahmin edilebilir standart performanslar sergilediği, kimsenin kimseyi şaşırtacak bir başkalık ortaya koyamadığı bir vasatta yaşıyoruz. Belli ki bütün davranışlarımız kara kurgucular tarafından sinsice kalıplara dökülmüş, insanca başkalıklarımız bir bir tornadan geçirilmiş,. Bağırıp çağırırken, sövüp sayarken bile bu tornadan geçmişliğimiz bariz şekilde görünüyor. Bu hale gelebilmek için kendisinin epeyce yabancısı olmuş, içindeki heyecanın çok uzağına düşmüş olmalı insan!



Her duruma bütünüyle hakim olduğumuzu sanıyor, buna inanıyoruz adını koymadan. Başkalarının düçâr olduğu çaresizlikler, öylece gözümüzün önünde dururken bile bir türlü uyandıramıyor bizi. Başka bir çaresizlik hali gelip doğrudan bizim kapımızı çalıncaya kadar... İnsanı, hepsi kuru bir kurgu olan yeni tip aklı ve fikriyle, kazanç temelinde şekillendirdiği yeni yaşama pratikleriyle, olması gerekenden o kadar başka bir yere taşıdık ki; çaresizlikle imtihan olunmadan, yalın halimize, yani özümüze, yani aslımıza, yani kalbimize geri dönmenin hiç bir yolunu bulamıyoruz.



“Kendine gel!” dedi omuzlarından tutup sarsarak genç olan. “Bütün ömrümce ne yapmaya çalıştım sanıyorsun!” dedi gözlerinin içine bakarak daha az genç olan.



Bir ândan diğer bir âna geçerken yaşadığı herhangi bir şeyi yanında götüremeyeceğinin endişesiyle hep tedirgindi.



Bütün bir ömrün hakkını vermeyi bir yana bırakıp, o ömrün tek bir ânının değerini idrak edebilmenin derdine düşen insanlar da var.



“Dost elinden gel olmazsa varılmaz/ Rızasız bahçenin gülü derilmez/ Gönül yarasına derman bulunmaz/ Yar eliyle yara sarılmayınca” diyor dört yıl önce bu dünyadan ebediyete göç eden Neşet Ertaş, rahmet olsun.



Ah ki dünya sen ne kapanmaz yarasın! Can pârelemeyen dert, söyle kime yarasın?



“Şikayeti bırak, git derdinle barış” dedi meczup, “bak ki dertten mahrum kalanın insanlığı bir karış!”


#Şairler
#Eduardo Galeano
8 yıl önce
Yakına çok uzak!
Üçer beşer onar
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim