|
Din, gelenek, çağdaşlık ve kadın

Kadının zayıf ve çaresiz olduğu durumlarda ve şartlarda karşı cins tarafından ezildiği, horlandığı ve sömürüldüğü tarihten günümüze görülmüş ve yaşanmıştır. İlâhî dinler, belli kültürler çerçevesinde yapabildikleri kadar onları koruma, yaratılıştan verili bulunan konumlarına oturtma, gasbedilen haklarını kendilerine geri verme işlevini de üslenmişler, bu konularda önemli başarılar kaydetmişlerdir. Ancak dinlerin etkisi mensuplarının kabulüne bağlı bulunduğu, ilâhî yaptırımların çoğu ahirete bırakıldığı, imtihan dünyasında serbest irade ile itaat talep edildiği; günaha, isyana ve kötülüğe de hürriyet tanındığı için dinlerin ıslâhatı tam ve devamlı olamamış, gelenekler dini beşerî arzulara indirgeyebilmiş, geçmiş dinlerin kitapları beşer eliyle ve nefsani isteklere uygun olarak yeniden yazılabilmiş (tahrif edilmiştir), son dinin kitabı da amacına ters yorumlanabilmiştir. Erkek gibi Allah''ın kulu olan ve bu bakımdan hiçbir farkı bulunmayan kadın başka tür bir varlık kategorisine itilmiş, yine ezilmiş, horlanmış ve sömürülmüştür.

Son ve kâmil ilâhî din olan İslam geldiğinde kadının durumu yine ıslaha muhtaç bulunuyordu. Allah Teâlâ Peygamberine verdiği talimat ile bu ıslâhatı iki aşamada gerçekleştirmeyi murad etti: O çağda olabilecekleri hemen, ileride olabilecekleri de zamanı gelince. Bu iki aşamalı ıslahın tipik örneği cariyelerle ilgili olanıdır. Cariye kadın alınıp satılan bir mal idi, hemen hiçbir hakkı yoktu, boğaz tokluğuna çalıştırılır ve kullanılırdı. İslam ona bir seri hak getirdi, artık o, hür olmasa bile insandı ve hürriyetini elde edebilmesi için kapılar açılmıştı. Peygamberimiz kendisine intikal eden bütün cariyeleri hürriyetlerine kavuşturmuş, başkalarını da böyle yapmaya teşvik etmiş, Kur''an-ı Kerim de onların (ve kölelerin) isteklerine bağlı olarak ve olmayarak hürriyete kavuşmalarını sağlamak üzere bir dizi tedbir getirmişti. Bütün bunların sonunda İslam âleminde, kısa zaman sonra köle ve cariyenin kalmaması, devam ettiği süre içinde de insan, hatta sahibinin kardeşi, çocuğu gibi muamele görmesi gerekirdi, ne yazık ki böyle olmadı; beşerî irade ve arzu, ilâhî iradeye uymadı, gelenek bu konuda dini kendine uydurdu, asırlar boyunca -hayvan pazarları gibi- esir pazarları kuruldu.

Kadın konusunda da İslam''ın hedeflediği iyileştirme iradesi geleneğe yenik düştü, erkekler günaha düşmemek için kadını ortalıktan kaldırmayı, sosyal hayattan çekmeyi, dört duvar arasına hapsetmeyi yeğlediler; öyle ki onun mescide gitmesinin câiz olup olmadığını bile tartıştılar; sonunda "Namazlarını da evinde kılsın daha iyi" dediler. Hem İslam''a hem de fıtrata aykırı olan bu tutum asırlar sonra da olsa beklenen tepkiyi getirdi, modern dünyada esen rüzgâra ayak uyduran Müslüman kadın da erkek hegemonyasına başkaldırdı. Aklın, fıtratın ve dinin gereğine uyarak kadına layık olduğu yeri ve değeri vermeyen Müslüman erkekler zor karşısında adım adım gerilemeye başladılar, fıkıhçılar, (İslamın yorumcuları) da yeni hak ve özgürlüklerin bir kısmını meşrulaştırmanın yolunu aramaya ve bulmaya koyuldular. Şimdi din, gelenek ve çağdaşlık köşelerinin oluşturduğu üçgen içinde Müslüman kadının yeni imajı oluşuyor; hak, özgürlük ve ödevleri belirleniyor. Bu bağlamda yapılan tartışmalardan biri de şu soruya cevap bulmayı amaçlıyor: "Müslüman kadın nereye koşuyor?" Daha iyi Müslüman mı oluyor, kendini ezen geleneğin zincirlerini kırayım derken çağdaş geleneğin zincirine mi bağlanıyor, yoksa başka bir şey mi oluyor. Oluyor mu, olduruluyor mu? Bu soruların cevabını bir başka yazıda arayalım.

25 yıl önce
Din, gelenek, çağdaşlık ve kadın
Bunların hesabını kim verecek
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim