“Her şeyin yerli yerinde olması” anlamına gelen adaletin toplumsal planda, yani muamelatta tecelli etmesini umut ederek kurallar bütünü haline getirilen toplama hukuk, bu kurallar bütününü belirli ilkeler çerçevesinde işletmesini umduğumuz mekanizmaya yargı diyoruz malum. Türkiye’de uzun süredir hem yargı mekanizmasına güvenin sürekli azaldığını hem de yargının sistematik olarak yıpratılmaya çalışıldığını aynı anda görüyoruz Güven azalması biliyorsunuz bir ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan insanın
“Her şeyin yerli yerinde olması” anlamına gelen adaletin toplumsal planda, yani muamelatta tecelli etmesini umut ederek kurallar bütünü haline getirilen toplama hukuk, bu kurallar bütününü belirli ilkeler çerçevesinde işletmesini umduğumuz mekanizmaya yargı diyoruz malum.
Türkiye’de uzun süredir hem yargı mekanizmasına güvenin sürekli azaldığını hem de yargının sistematik olarak yıpratılmaya çalışıldığını aynı anda görüyoruz
Güven azalması biliyorsunuz bir ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan insanın “başıma bir şey gelirse başıma gelen şeyle ilgili lehime de olsa aleyhime de olsa adalet tecelli eder” ön kabulünü kaybetmesiyle ilgilidir. Yargının sistematik olarak yıpratılması ise genellikle bazı politik mekanizmaların toplumsal algıyı ele geçirmeye çabalamasıyla…
Türkiye’de an itibariyle bu iki durum da cari ve günden güne büyüyen bir sorun olarak varlığını sürdürüyor.
“Adaletin tecelli etmesinin önündeki engel” olarak genellikle kayırma, torpil ve rüşvet üçgeni konuşulur malum. Yargının yoluna lekesiz ya da hiç olmazsa az lekeli olarak devam etmesi için toplumun bu üç husus konusunda bir netliğe sahip olması gerekir.
“Kayırma, torpil ve rüşvet” üçgeni, neredeyse insanlık tarihi kadar eski, “engellenemez” ancak caydırıcı cezalar ve sıkı takiple yol açabileceği toplumsal sorunların minimize edilebileceği bir üçgendir.
Size iki olay hatırlatayım. İstanbul’daki bilmem ne otellerinin sahibi olan dana, kafası trilyonken yol açtığı kazadan sonra elini kolunu sallaya sallaya evine gitti hatırlayacaksınız. Ama bu “eve gitme” durumu dört saat sürdü sadece. Yani tam da yukarıdaki paragrafta söylediğim mekanizma devreye girdi ve bir suçlu “rüşvet, kayırma, torpil” üçgeni sayesinde yırtacakken yargı “dur bakalım” dedi.
İkinci olay da Manisa’dan. Kamuoyuna “omuz atma cinayeti” olarak yansıyan cinayette her ne kadar “ağır tahrik” sabit bulunsa da katile verilen bir yıllık cezanın az olması üzerine Adalet Bakanı’nın başkanı olduğu Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu devreye girdi ve hem cezayı az bulup davayı yeniledi hem de üç hakimle bir savcıyı açığa aldı. Yargı nasıl ilerler bilmiyorum ama muhtemelen bu dört isim hem meslekten men hem de hapis cezası alacaklar.
Peki. Bu iki olaydan geriye ne kaldı? Toplumda yerleşik hale getirilmeye çalışılan “adalet tecelli etmiyor” algısının kökleşmesi. Peki gerçekte ne oldu? İki olayda da yargı meseleye el koydu ve yargı mensuplarını paketlemek pahasına adaletin tecellisi için inisiyatif kullandı.
Burada elbette adına “sosyal medya yargısı” dediğimiz korkunç düzeneği de konuşmamız lazım. “Masumiyet karinesi”, “suçun oluşması”, “suçun sabit bulunması” gibi en temel ilkeleri hiç umursamayan sosyal medya yargısı her seferinde “tanrılara kurban isteyen” arkaik bir zihinle yaygara koparıyor ve yargının elde ettiği sonuç istediği gibi olmadığında “zaten bu ülkede adalet yok ki” cümlesini dolaşıma sokuyor. Burada üzerinde uzun uzun düşünmemiz gereken şey bu sosyal medya yargı düzeneğinin yakın-uzak vadede başımıza açacağı belalar. Zira bu düzeyin elde edeceği şey adalet değil olsa olsa arınma gecesi olur.
Gelelim meselenin bam teline. “Madem ki sosyal medya çok güçlü, dur ben de işimi oradan döndüreyim” demek, herhangi bir devlet mekanizmasının çalışanları için “çürüme” anlamına gelir, başkası değil.
Örneği uzaktan vermeyeceğim. Dilan Polatgillerin el konulan ve İstanbul’un dört bir yanında polis arabası olarak kullanılan ultra lüks arabalarını görmüyoruz artık İstanbul’da. Niçin? Çünkü hukukçuların neredeyse ittifak ettiği şekilde Dilan Polatgiller suçlu olsalar bile elimizdeki yasalarla “suçlarının sabit olup olmadığı” henüz belirlenemedi ve zanlılar tahliye edilerek mesele bir sürece oturtuldu. Günün sonunda ne olacağını ise henüz kimse bilmiyor. “Uzun bir hapis cezası alırlar” diyen hukukçularla da konuştum, “sadece vergi kaçırmakla suçlanabilirler” diyen hukukçularla da. Ama konuştuğum tüm hukukçular şurada hem fikir: “Kazanırlar mı kazanmazlar mı bilinmez ama Dilan Polatgiller polis arabası yapılan araçlarla ilgili olarak dava açabilirler ve hem araç kiralarını hem de araçlarının yıpranma bedelini emsal fiyatlar üzerinden tahsil edebilirler.”
E peki ne oldu şimdi? “Bu iş sosyal medyada çok güzel olur abiii” diyerek adaletin tecellisini beklemeden şova kalkışanlar “zaten bu Türkiye’de adalet yok” diyen kim varsa onların ekmeğine hiç ummadıkları bir yağ sürmüş oldular.
“Görgüsüzlük” de, “üslupsuzluk” da, “sosyal medya goygoyculuğu” da bence suç sayılmalı ve mahkemelere taşınmalı ama değiller işte. O yüzden işini adam gibi yapmaya çabalayan on binlerce yargı mensubu da, “demek ki adalet yokmuş bu ülkede” cümlesine zorla iman ettirilmeye çalışılan sokaktaki vatandaş da, memleket için dertlenen bir sürü insan da kalabileceği en zor durumda kalıyor.
Üç kişi rüşvet alıyor, bir iki iş bilmez sosyal medyada şov yapmayı marifet biliyor diye yazık oluyor bize. Burada politik mekanizmaların değil toplumsal mutabakat zemininin işe yarayacağını anlamaya başlamazsak da bu “yazık olma” durumu sürecek ne yazık ki.