|

Yusuf’un telefonundan sonra annem geldi odaya. Daha uyumamıştı demek. O sormadan “yanlış aramışlar” dedim. Biraz daha dikilip “iyi iyi, yatın hadi” diyerek gitti.

Elindeki dikişi rafa yerleştiren ablam, küçük kardeşimizin uyuduğundan emin olunca “Yusuf muydu?” diye sordu. Başımla onayladım.

“Esma, seviyor seni bu çocuk. Niyeti ciddi herhalde bunun.”

“Bilmem.”

“Ne demek bilmem. Dayanamayıp aramış işte. Hem benim gözüm tuttu Yusuf’u. Benziyorsunuz da birbirinize. Huylarınız yani.”

Cevap vermedim ama elbette bu ablam için sorun değildi.

“İkinizde de susma huyu var. Birlikte susarsınız işte. Ben arada evinize gelip ikinizin yerine de konuşurum. Hem ikiniz de pek haz etmiyorsunuz insanlara sokulmaktan. Kitap okumaktı, sinemaya gitmekti derken geçinir gidersiniz.”

“Kitapla film seviyor diye mi evleneyim yani?”

“Yok canım onun için evlenilmez de, iyi çocuk Yusuf. Ondan diyorum. Hem bence çalışkan da... Okuldan sonra doğruca tespih atölyesine gidiyor. Gerçi para kazanamıyormuş o işten ama olsun.”

“Sen nerden biliyorsun para kazanıp kazanmadığını?”

“Sen konuşsan sen de bilirdin. Sormuyorsun ki çocuğa hiçbir şey. O da sana sormuyor. İki saat somurtuyorsunuz sahile oturup. İçim şişer benim iki saat konuşmasam. Sizinkisine buluşma denmez bence. Bir araya geliyorsunuz ama buluşmuyorsunuz siz. Yan yana oturuyorsunuz susak susak.”

“Susak”ın anlamının sessizlik olduğunu zannediyordu ablam. Yoksa amacı ikimize birden aptal ya da sersem demek değildi. Bayılırdı anlamını bilmediği eski kelimeleri konuşmasına serpiştirmeye. Fakat hiçbirini doğru kullanamazdı. Bilhassa yerine bizzat, zatıâli yerine haddizatında, teşrikimesai yerine teşvikimesai derdi.

İki kardeşin birbirine pek az benzediği durumlar elbette olurdu ama bizim benzemezliğimiz bambaşkaydı. Neredeyse tek bir ortak noktamız yoktu. Peki ya Yusuf? Onunla benziyor muyduk?

Bence benzemiyorduk. Yani nar ile portakal meyve olmak bakımından birbirine benzerler tabii, ama işte o kadar. Benim yaram çocukluktan ve kalıcı idi. Yusuf’unki gençlik yarasıydı. Geçerdi. Onun suskunluğu biterdi belki günün birinde. Benimki bitmezdi. Ben bütün çareyi susmakta bulmuştum. Ablamsa konuşmakta. Babamın bütün hoyratlığını, bütün dayaklarını ben suskunlukla savuşturmayı denedim, ablamsa konuşarak…

Savuşturamadım. Küskün, bir apartmanın bodrum katında ölmeyi bekleyen, hayattan çok ölüme yakın bir huzursuz olup çıktım.

Yusuf beni ikinci görüşmemizde Karacaahmet’i gezmeye götürdüğünde dikkatimi çekmeyi başardı. Hem beni ikinci kez görmek isteyen birinin varlığı hem de mezarlık gezme teklifi afallattı beni.

Uzun uzun yürüdük, uzun uzun sustuk altı aydır. Aslında bir bakıma ablam haklıydı. Fethipaşa Korusu’nda, Kuzguncuk sahilinde, Kızkulesi’nin karşısında ya sustuk ya kitap okuduk. Kimsenin gitmediği filmlere de gittik indirimli ilk seanslarda.

Ablam yine dayanamadı.

“Sen âşık mısın Yusuf’a?”

Sesimi çıkarmadım. Uyuyor numarası yaptım da denebilir.

Âşık mıydım Yusuf’a? Değildim. Fakat onunla birlikte susmak iyi geliyordu bana.

Yusuf bana âşık mıydı peki?

Aşk hani şu kitaplarda yazan haliyle kalbin hızlı hızlı çarpması, onsuz yapamamak, sürekli romantik ve aptal jestler yapmak demekse, rahatlıkla söyleyebilirim ki Yusuf bana âşık falan değildi. Fakat sanırım birlikte susmak ona da iyi geliyordu. Bir bodrum katta tek başına unutulmak yerine bir sahilde, bir parkta, bir caddede kalabalıklar içerisinde iki kişi olarak unutulmak. Aşkı böyle tanımlayabilirsek birbirimize sırılsıklam âşıktık.

“Uyumadın biliyorum. Sadece sorudan kaçıyorsun her zamanki gibi. Binaenaleyh haklısın da. Çünkü henüz sen de bilmiyorsun cevabı.”

Bu sefer doğru kullanmıştı ablam o eski kelimeyi. Üstelik bu sefer haklıydı da.

#Susak
3 yıl önce
Susak
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’