|
Zıkkımın dibinden kırgın bir mektup

Sürekli çoğul şahıs ekiyle konuşunca kendisinin neye benzediğini anlamadığımızı düşünen birinden bahsedeyim mi bugün size? Söz konusu ettiği muhayyel “biz”den kendisini bu numarayla ayırabildiğini düşünen birinden ya da? Bahsetmeyeyim. Canınız sıkılmasın.

İş söze geldiğinde karakterden, insan yetiştirilmesi gerekliliğinden, diğerkâmlıktan, fedakârlıktan bahseden ama iş işe geldiğinde vefasını, fedakârlığını, yetiştirdiği insanı hiç ortalarda görmediğimiz başka birinden bahsedeyim mi size? Etrafındaki insanlara sadece “güç” ve “fayda” üzerinden ilgi gösteren ama durmaksızın dostluk nutukları patlatan birinden peki? Bahsetmemeyim. Canınız sıkılmasın.

Aslında gücünü sadece gücünü aldığı yere borçlu olduğunu ta kalbinde bir yerlerde bilen ama o gücü kendinde vehmetmeye bayılan ve yine aslında kurabildiği organizasyon olmasa bir hiç mesabesinde olacağını hesap ettiği halde aşırı bağımsız numarası yapabilen bambaşka birinden söz edeyim mi? Etmemeyim bence. Canınız sıkılmasın.

Fakat izin verirseniz şundan açayım bahsi: Bazen dostluk, kardeşlik, arkadaşlık zannettiğiniz şeyin karşı taraf açısından aslında sadece bir “faydalanma”, bir “nemalanma”, bir “yararlanma” durumu olduğunu anladığınızda nasıl dayanabiliyorsunuz buna? Bildiğiniz bir yol, bir yöntem varsa lütfen haberdar edin beni de. Zira ben bu durumla nasıl başa çıkacağını bilmeyen, bilemeyen birisiyim. Birine kalbimi açmanın her seferinde bir kalp kriziyle sonuçlanacağını bir türlü öğrenemedim. Teklifsiz, ama’sız, ajandasız açtım insanlara kalbimi. Niçin böyle yaptım? Niçin yoruldum bunca? Vallahi bilmiyorum. Bilemiyorum.

Kızmayın bana. Çaresizliğime kızmayın. Salaklığıma öfkelenebilirsiniz fakat. Bunda serbestsiniz.

Ben anılarını unutabilen, onları “eski, çok eski, yeni, yakın, uzak, çok uzak” olarak sınıflandırıp raflayabilen biri değilim. Elimden gelmiyor öylesi. Sizi bilemem tabii ama ben her gün onlarca anının zihnimi işgal etmesine izin veriyorum. Üstelik öyle çok önemli falan olmaları gerekmiyor. Küçük, küçücük, incecik bir an yetiyor kendini hatırlatmaya.

Mesela iki arkadaş, bir taş duvarın önünde oturmuşuz. Ben bir sigara yakmışım. Onun saçları hâlâ genellikle siyahmış.

Ve şu beni kahrediyor, öldürüyor. O anda, dostlukla, kardeşlikle, yoksullukla dolu o anda acaba “çok ilerde karşısına koyarım bu davranışını” diyerek benim hata yapmamı, tökezlememi bekliyor muydu? Ben onu kendimden ayrı görmezken o bunu “kendisine şirk koşmak” olarak değerlendiriyor muydu tam o anda?

Bilmem, bilemem ben böyle şeyleri. “An”ın kendisine inanırım çünkü ben. Yaşamanın kendisine ve lezzetli tortusuna inanırım ben. Anı biriktiririm ama öfke biriktiremem, “kullanılacak malzeme” biriktiremem, “zaaf arayışı” biriktiremem.

Bilmem. Siz söyleyin ne olur? Dostunuz, yoldaşınız, karındaşınız zannettiğiniz biri “bir gün düşerse benim tekmem de hazır olsun” diye kimi şeyler biriktirtirdi mi sizin hakkınızda? Biriktirdiği şeyleri “sen bana şirk koşarsan ben de seni lanetlerim” diyerek kustu mu suratınıza? Bu başınıza geldiyse Allah aşkına söyleyin bana, bununla yaşamaya devam etmenin bir yolunu buldunuz, bulabildiniz mi? Dahası bana da anlatabilir misiniz bunun yolunu?

Kendini tanrı zanneden insanların yaşlanmasının en kötü yanı nedir biliyor musunuz sevgili dostlar? Tanrı olmadıklarını kabul edecek yaşı geçmiş olmaları. Onlar için artık şifa yoktur ufukta.

Her gün kendime hatırlatmak zorunda kaldığım kırıcı gerçek şudur: Dostluk mu? O senin bazı geceler gördüğün bir rüya imiş sadece. İnsan insana hiç yurt olmazmış meğer. İnsan insanın sadece kurduymuş. Ha o elmanın içinde, ha şu yorgun kalbimin. İki durumda da kemiriyor işte.

Ben bütün arsalarımı dostlarımın kondularına tahsis etmişken meğer mahallemize imar geleceğini bilen biri varmış. Buradan ölüyorum.

#Sigara
#saç
#Dost
#Fedekarlık
4 yıl önce
Zıkkımın dibinden kırgın bir mektup
Batı’nın kadir-i mutlak bir güç olduğunu vehmettiler
İşin şakası yok
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…