İtirazım var ama korkuyorum. Çocukken elini kedi tırmalayan birinin, ömrü hayatı boyunca kediden korkması gibi, fobim var. Kadın dernekleriyle polemiğe ve feminizm tartışmalarına girmekten hep korktum.
TBMM'de bürokrat olarak ilk yıllarımda, kadınlar günü nedeniyle Uçan Süpürge Derneği'ne tahsis edilmiş bir salonu, yasama faaliyetleri nedeniyle başka güne kaydırma gafletinde bulundum.
Abartmıyorum, yüze yakın tepki telefonu geldi. İlkokuldaki sınıf arkadaşımdan, aile fertlerime kadar, ne kadar kadın varsa, bulup beni arattılar. Milletvekillerinden, Kadından Sorumlu Bakan'a kadar herkes aradı. Arayanların hepsi, o salonun tarihini değiştirdiğim için,
diyerek beni yerin dibine sokup orada bıraktı, çıkarmadı bile. Perişan ettiler.
Bu nedenle korkuyorum. O günden beri tövbeliyim. Kadın derneklerine hiç bulaşmadım, feminizme dokunacak tartışmalı hiçbir meseleye girmedim.
'Korkuyu yenmenin yolu onun üzerine gitmektir' derler. Bugün Dünya Kadınlar Günü'nde içimde yıllardır taşıdığım ama açıklayamadığım bir konuyu yazarak bu korkuyu, üzerimden atmak istiyorum.
Tanzimat'tan günümüze, Türkiye'de kadın hareketi tarihi ve Halide Edip belgeselini ilk yapan kişi benim sanırım. 2002 yılında bu belgeseli ve sonrasında kitabını yayınladığım günden bu yana, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle yapılan kutlamaların hep yanlış olduğunu düşündüm.
Kadın, aile çatısı altında, baba, eş, çocukları tarafından korunan, sevilen, yüceltilen bir varlık iken, bu jargon ve felsefeyle tek başına oradan çıkartılıp, başka bir kimliğe sokulmuştur aslında. O kadar ki, 8 Mart kutlamalarında adeta ailesine, eşine, çocuklarına karşı hak arayışına giren, ötekileşmiş bir militana dönüştürülür.
Dünya kadınlar günü ilk defa, Uluslararası Sosyalist Kadınlar toplantısında (1910) dile getirildi.
Sosyalistlerin bugünü seçmesinin sebebi de, 8 Mart 1857'de ABD'de bir fabrikada yapılan grevde, polis müdahalesi ile ölen 126 Kadın işçinin anısını yaşatmaktır. Birleşmiş Milletler de, bu günü Dünya Kadınlar Günü olarak 1977 de kabul etmiştir.
Sosyalist felsefe, insan doğasını, onun geleneksel tüm birikimini ve yaşam şeklini her zaman ideolojik hale getiren, değiştiren, dolayısı ile tahrip eden bir anlayışa sahiptir. Ötekileştirme, yabancılaştırma ve bireyselleştirip ayrıştırma üzerine kuruldur ki, kadın hareketindeki çoğu slogan, jargon ve tutum bunun üzerine inşa olmuştur. Bugün yapılan eylemlere bakın. Çoğu ideolojik, kuru slogan, polisle çatışmaya meyyal örgüt eylemi gibidir. Kadınsı estetik, zarafet ve kibarlık içeren eylem çok azdır. Zira kadın derneklerinin çoğu sol fraksiyonların elindedir. Neyse ki AK Parti döneminde bu dil ve etkinliklerde kısmen değişim olmuştur.
Oysaki İslam'ın kadın anlayışı, sosyalist kadın felsefesinden farklı, ancak çok daha güçlü, çok daha kadının lehinedir. Ancak bunu dillendirme konusunda çekinmişlerdir.
İlk kadın ve aileden sorumlu Bakanımız, Güldal Akşit'ten, Ayşenur İslam'a kadar (henüz son bakanımızla görüşemedim), tüm bakanlarımızla medya ve iletişim konularından dolayı bire bir görüşme imkanım oldu. Hep aynı talebimi dile getirmişimdir:
Tüm bakanlarımız bu fikri hep doğru buldular ama hiçbiri aile kurumunu güçlendirecek çok büyük bir kampanya yapmadılar. Hepsi, 8 Mart'ta kadınlar gününü köpürttü, kadına şiddeti lanetleyenleri alkışladı, okumayan kız çocukları kampanyasını yüceltti. Onlar söylemedi ama ben söyleyeyim, onların da korkusu, böyle bir paradigma değişikliğinde, benim ki gibi, kadın derneklerinden gelecek tepkiydi.
İşte ben bugün bu korkumun üzerine gidiyorum ve
Bu sayede benim ve hepimizin karşı olduğu, kadına şiddet biter, çocuk yaşta evlilik sorunu biter, kız çocuklarımız okur. Aksi takdirde, kadını tek başına aile kurumunun içinden çıkartıp, yalnızlaştırmak, hak arayan bir militana dönüştürmek, pozitif ayrımcılıkla toplumdan ayrıştırmak, yanlıştır ve sorunlarımızı çözmez.
Diyeceğim budur.
Not: Bu yazıdan dolayı başıma bir şey gelirse, sorumlusu kadın dernekleri olacaktır!