|
"Kürt sorununa Kürt sorunu diyememe durumu"

Yazının başlığını Cengiz Çandar''ın önceki günkü yazısından alıntılıyorum. Çandar, Başbakan''ın Diyarbakır''da "Kürt sorunu" sözcüklerini telaffuz etmesinden sonra ortalığı kaplayan sessizliği 2005 yılında "devletin çok önemli bir şahsiyeti" ile gözden geçirirken, konuşmanın bir yerinde muhatabı ile aralarında şöyle bir diyaloğun geçtiğini yazıyor:

"12 Ağustos 2005''ten üç ay kadar sonra bu ''gerilemeyi'' beklemiyordum. ''İşte Kürt sorunu tam da budur'' dedim.

Şaşırma sırası muhatabıma geçmişti; ''Nasil yani?''

- Yani, Kürt sorununa Kürt sorunu diyememe durumu."

Meselenin çok güzel, çok derli toplu bir özeti doğrusu...

Çünkü bu "çekingenlik", yani önümüzde duran bir şeyi, yani "realite"yi, adıyla çağırmamak bir sorunun bırakın çözülmesini, anlaşılmasını bile daha ilk dakikada imkansız kılmaktır.

Siyaset literatüründe çokça söylenen bir şeydir: Eğer siz, karşınızdaki "realiteyi" tanımamakta ısrar edip, üstüne üstlük bir de onun yerine "olmayan" bir "realiteyi" geçirmeye çalışırsanız, içinde gezindiğiniz "sistem"in adı süratle onunla adlandırılmaktan hoşlanmayacağınız bir şekil almaya başlar.

Geçen günkü yazımda Kürt sorununun "demokratikleşme" yoluyla çözüleceğini müjdeleyen yorumların işi yarıda bıraktıklarını hatırlatmamın nedeni de buydu.

Dolayısıyla sorulacak ilk soru, hem de Türkiye gibi her makbul kavramı kısa sürede kendisine benzetmeyi iyi bilen bir ülkede, "Hangi demokratikleşme?" olmalıdır.

Demek ki, "Siyaset" adını verdiğimiz soylu uğraş -"soylu uğraş", çünkü insanoğlunun insan yanının, yani "özbilincinin" kazanılıp yaratıcı olmasını sağlayan bir uğraş bu- eğer tarifinden uzak düşmemek istiyor ise, her şeyden önce "kendisine-kendine" bir "realite" yaratmaya uğraşmayacaktır.

Bilmiyordum cahilliğime verin, duyunca irkildim doğrusu. DTP Tunceli Milletvekili, "Tunceli operasyonun adıdır" diyordu. Eğer doğru ise "nominalizm"de bu derece ısrara pes doğrusu..

"Kürt sorunu"nun niçin oluştuğuna dair söyleyecek yeni bir sözüm yok benim. Bu sorunu, en öne çıkan örnekleriyle söyleyecek olursak IRA ya da ETA meseleleriyle de karşılaştıramıyorum. Karşılaştıramıyorum, çünkü bir kere her şeyden IRA''nın otuz yıl boyunca hayatına kastettiği insan sayısı 3600, bilemediğiniz 3700''den ibaret. ETA''nın sabıka kaydındaki sayı çok daha az: 800, bilemediniz 900. Peki ya, şiddeti yöntem olarak seçen bu örgütlerden çok sonra gün yüzü gören PKK dolayısıyla toprağa verdiğimiz insan sayısı? Dahası, IRA sonuç olarak "dini" nitelikte taleplerin de kendisine yer bulduğu bir örgüttü. Dahası, ETA (Bask Yurdu ve Özgürlüğü), Franko''nun ölümünden (1975) hemen sonra yapılan reformlarla (1978) Avrupa''nın en özerk bölgesi olmasına rağmen "bağımsızlık" diye tutturduğu için terör eylemlerine noktayı koymayı sürekli erteleyen bir örgüttü. Yani diyeceğim, IRA ve ETA''nın gerçekleştirdiği terör eylemleri esas olarak, kültürel ve idari bir ademi merkeziyetçilik isteğinin karşılanmaması sonucu ortaya çıkmamıştı. Bu örgütlerin karşılarına aldıkları devletlerin, "farklıyız" diyen insanların "dilinden" başlayarak kimliklerini oluşturan unsurları tanımamak gibi bir ısrarı, bir derdi yoktu.

Demek ki "bizim sorunumuz" çok daha başka. "Bizim sorunumuz" çok daha temel hak ve hürriyetlerle ilgili. Sorun, Çandar''ın yazdığı gibi, "Kürt sorununa Kürt sorunu diyememe durumu" daha çok.

Bu anlayış "TRT Şeş" örneğinde olduğu gibi bu işlerin "dünya"daki seyrinden etkilenmiyor değil. Ancak hep söylediğimiz gibi, her zaman önemli bir "rötar" ile. Bu çerçevede "TRT Şeş"in 10 yıl önce yayına geçmesinin beraberinde getireceği nimetler ile on yıl sonra (yani bugün) yayına sokulmasının yararları arasında dağlar kadar fark olduğunu söyleyenler haksız değil. Benzer şekilde bugün bir Kürt Enstitüsü''nün kuruluşuna ya da Kürtçe''nin bir biçimde okullara girmesine olumlu bakmanın da -bir 10 yıl öncesine kıyasla- getirisi çok az değil mi? Her işi zamanında yapmanın-yapmamanın sonuçları bunlar.

Benim bu fasıla ilişkin olarak "Hadi hiç değilse şu işte geç kalmayalım" diye aklımdan geçirdiğim ilk "açılım" maddesi, ülkenin zaten şiddetle ihtiyacı olan idari ademi merkeziyetçiliğe yönelik bir reformdur. Bir ara bir biçimde Ak Parti Hükümeti''nin de el altığı, ancak gelen "veto"yla birlikte hepten vazgeçildiği anlaşılan bu reform bir an önce "masaya yatırılmalı"dır. (Rasim Özdenören''in önceki günkü güzel yazısında Edip Cansever''den naklen hatırlattığı gibi "Masa da masaymış ha!")

İstiyorum ki hiç değilse bu reformu "rötarsız" ve gönüllü olarak (yani mecbur kalmadan) gerçekleştirelim. Gerçekleştirelim ki, başımıza bir de ademi merkeziyetçiliğin klasik üç formunun (Kültürel, İdari ve Politik) üçüncüsü ile uğraşmak derdi sarılmasın.

Not: "Yıllık izin" nedeniyle yazılarıma bir müddet ara veriyorum.

15 yıl önce
"Kürt sorununa Kürt sorunu diyememe durumu"
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi