|
Bunun adı "yeni siyaset", "masum ve samimi" değil

Türkiye"nin yepyeni bir gelişmeyle karşılaştığı muhakkak. "Gezi Parkı" protestoları -eğer yanlış teşhislerle kendimizi avutmak istemiyorsak- "yeni siyaset" olarak kabul etmek zorundayız. Bu "yeniliği" biz icat etmiş değiliz tabii ki. "Arap Baharları"ndan bambaşka bir niteliğe sahip bu gelişmeler Batı"da epeyce zamandır yaşanıyor. Sadece yaşanmakla kalmayıp üzerine çok da düşünülüyor. Dolayısıyla "Gezi Parkı" protestolarını "masum ve samimi" itirazlar olarak vaftiz edip rafa kaldırmaktan -biz de- kaçınmalıyız. Yapmamız gereken bu gelişmeleri iyi analız edip, Türkiye"nin (de) bundan böyle "siyaset"in bu yeni yorumu ve pratiğiyle birlikte yaşamak zorunda olduğumuza kanaat getirmektir.

Günlerdir okuyor ve izliyoruz; "Gezi Parkı" protestolarının anlaşılmasına ilişkin yorumların çok büyük bir kısmı Başbakan"ın otoriter/buyurgan üslübu ve uygulamalarının eleştirilmesiyle sınırlı. Bu yorumları yersiz ve gereksiz olarak değerlendirmek tabii ki doğru değil. Başbakan gerçekten de -hem de giderek keskinleşen bir biçimde- demokrasilerde siyasal iktidarın meşruiyetinin temel ölçütü "seçim sandığı" olsa da demokrasiyi sıklıkla "seçim sandığı"na indirgeyen "siyaset" anlayışı, kısaca "ahlakçı" diyebileceğimiz tarzdaki söylemleri ve kamuyu ilgilendiren hemen her alanda sergilediği "tek adam"cı uygulamaları sonucunda toplumun önemli bir bölümünü karşısında bulmuştur. Ancak "Gezi Parkı" protestolarının sadece ya da özellikle bu açıya yerleşerek değerlendirilmesi ne derece doğrudur? Bu çerçeveyi değerlendirilebilmek için cevap aramamız gereken ilk soru "İyi ama, yüzbinlerin sokağa çıkarak protesto ettiği bu Başbakan nasıl bir siyasal sistemin ürünüdür?" değil midir? Demek ki "Gezi Parkı" protestolarına neden olan asıl sorunumuz -Başbakan"ın kişisel yanlışları ve zaafları bir yana- bir türlü ("ileri"sinden vazgeçtik) orta derecede bir demokrasiyi gerçekleştirecek bir siyasal hayattan yoksun oluşumuzdur. Daha açık söyleyeyim: Bu ülkenin mevzuatı içinde -Anayasa"dan vazgeçtim- Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu bugünkü halleriyle var olduğu müddetçe "Gezi Parkı" olayının bugüne kadar gerçekleşmemiş olması bizi şaşırtmalıdır.

Peki söz konusu kanunları "medeni" bir kılığa sokmak "Gezi Parkı" protestolarının -ve yakın gelecekte çoğalacağını söyleyebileceğimiz benzerlerinin- yolunu kesmeye yeter mi? Maalesef hayır! Söz konusu kanunlar çerçevesinde uygulanan "kanunsuz" uygulamalar son bulsa da, "Gezi Parkı" protestolarının bir milad olarak içinde yer aldığı benzer "toplumsal haraketler"in önüne geçmek artık Türkiye"de de imkansızdır. Bu "karamsar" öngörünün siyasal iktidarı rahatsız etmeyeceğini umarım, çünkü bunun böyle olması gelişmesinde kendisinin büyük katkısı olan "hızlı şehirleşme"nin tabii bir sonucudur. Ülkeyi hem "kapitalist modernite"nin dikensiz gül bahçesine çevirmeye gayret etmek hem de "toplumsal hareketler"den şikayetçi olmak çelişkilidir çünkü! Bunun kanunu böyle ne yazık ki; İstanbul"a 50 bin polis tayini daha yapılsa da bu yolun kapanması artık imkansızdır. Türkiye"nin sıklıkla hatırlatıldığı gibi "dünyanın gelişmiş ilk 10 ülkesi" arasına girmesi halinde ise -eğer akıllarda "Çin" örneği yok ise- bugün olduğu gibi "kırk yılda bir" değil, her ay bir "Gezi Parkı" ile karşılaşmak mukadderdir. Bunlar benim değil, "sosyolojii"nin doğruları…

"Ne yapalım o zaman, büyüme hızını düşürüp tekrar "köylü toplum"a mı dönelim?" İmkansız tabii ki, buna en başta ne "eski paradigma"nın "siyaseti" ne de ekonomi izin verir. Çare yok, ilerleyeceğiz ve ilerledikçe de "Gezi Parklarımız" çoğalacak… Aslına bakarsınız bir ülkede bu yöndeki seçimlere (eski anlamıyla) "siyaset"in karar vermesi de imkansızdır. İnsanları "TOKİ"lerde toplayıp belli bir zaman sonra bu konutlarda yaşayanların "Bıktık bu yabancılaştırıcı ortamdan" diyerek "Gezi Parkı"nda toplanmayacaklarını sanmak boş bir hayaldır. Bunu da ben söylemiyorum; Batı"daki "TOKİ"lerin hayat hikayesi bunu bize söylüyor.

O halde ne yapmalı? Sorunun cevabı açık: Bundan böyle "toplumsal hareketler"i dikkate almadan, ciddiye almadan (bugün) şehirler, (yarın) elektrik santralları, (öbür gün) sağlık, eğitim, köprü, otoyol, sanayi, etnik ve dinsel kimlik hakları (…) konularında karar alabilmek imkansız hale geleceği için "siyaset" anlayışımızı mutlaka "yenileştireceğiz".

Bu işte çok geç kaldığımız muhakkak. Ama aslında nüfusumuzun çok büyük bölümünü şehirlere taşımamızın da çok yakınlarda gerçekleştirilmiş olduğunu hatırlarsak belki "çok geç" dememek daha doğru olur. Bırakalım Atlantik ötesini yakınımızdaki Avrupa ülkelerindeki siyasi tarihe bakacak olursak kıskanmamak elde değil doğrusu. Düşünün, mesela Fransa"da "Birleşik Sosyalist Parti" (PSU) adında bir parti (başında Michel Rocard) 60"yı yıllardan başlayarak dönemin büyük şehir filozoflarını da (Henri Lefebvre"den Manuel Castells"e) yanına alarak şehirlere yönelik nasıl bir doğru siyaset geliştirmeye çalışmıştı. PSU yüksek sesle "şehrimiz kapitalizme teslim oldu" tespitini yaparak kapitalizmin şehirlilere empoze ettiği yaşam alanına itiraz ediyordu. Ülkelerinin "TOKİ"sine erken bir tarihte nasıl da karşı çıkıyorlardı… Neyse, biz de geç de olsa doğrudan şehri konu alan bir "toplumsal hareket" ile karşılaşmış bulunuyoruz. Bakın siz şu "toplumsal hareket"in gücüne ki, Meclis Genel Kurulu"nda "Tabiatı Koruma Kanunu" görüşmeleri iptal edilmiş! Bu konuyu özellikle "yeni siyaset" kavramı etrafında gelecek yazıda da gözden geçirmeye devam edelim.

11 yıl önce
Bunun adı "yeni siyaset", "masum ve samimi" değil
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’