|
Çalışmaları sekteye uğratmalarına izin vermeyiz"

Yazının başlığında yer alan sözler Maliye Bakanı Mehmet Şimşek"in açıklamasından. Tahmin ettiğiniz gibi konu THY"de Hava-İş"in grev kararı almasına ilişkin. Şimşek"in bu açıklamasının tamamı şöyle: "THY ülkemizin en güzide kurumudur. Buradaki çalışmaları sekteye uğratacak her türlü girişimin karşısındayız. THY yalnız değil. Türkiye"nin milli gelirleri arasında turizm ve döviz önemlidir. THY de turizmin önemli bir ayağı olduğu için bizim için çok önemli…"

Konuna ilişkin benzer bir değerlendirmeyi THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu"dan da dinliyoruz: "Grev olsa dahi bizim seferlerimize ve müşterilerimize verdiğimiz hizmette hiçbir aksilik yaşanmayacak. THY Türkiye"yi dünyada temsil eden bir marka. (…) Sendikanın çalışan nezdinde itibarı en düşük düzeydedir. (…) Seferlerde herhangi bir aksama yaşanacağını düşünmüyoruz…"

Şaşırtıcı (hem de nasıl) değil mi? Geçen yıl 2822 sayılı torba kanuna eklenen bir madde ile grev yapılamayacak işler arasına "havacılık hizmetleri"ni de sokunca -hatırlıyorsunuz- kıyamet kopmuştu. Ancak bu el çabukluğu ile getirilen bu yasak Meclis"ten geçen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile kaldırılmış ve bu iş kolunda da grev hakkı iade edilmişti.

Şimşek ve Topçu açıklamalarını gazete muhabirlerinin soruları üzerine yapmışlar. Bu çerçevede de şaşırtıcı bir yön var. Muhabir meslektaşlarımızın yukarıda aktardığım açıklamalar karşısında açıklamaların sahiplerine (Şimşek ve Topçu) şu basit, yalın soruyu yöneltmeleri gerekmez miydi: "Nasıl yani, ilgili yasa bu iş kolunda grev hakkını tanıdığına göre "Çalışmaları sekteye uğratmalarına izin vermeyiz" ve "Seferlerde herhangi bir aksama yaşanacağını düşünmüyoruz" demek de ne oluyor? Bana sorarsanız, "haber" asıl o zaman haber olurdu…

Maliye Bakanı"nın Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu"nca sözkonusu iş kolunda "grev hakkı"nın iade edildiğinden henüz haberi olmadığını var sayalım. Bu derece "otoriter" bir eda ile konuşabildiğine göre, bakan belki de hâlâ bu hakkın "torba" ile kaldırıldığını sanıyordur. Peki ya Topçu? Onun bilmemesi imkânsız, çünkü o Hava-İş"in karşısında işveren sıfatıyla oturuyor. Sendika grev kararını uygulamaya koyunca Topçu ne yapabilir ki? (Bakanlar Kurulu kararıyla erteletme dışında.)

Ne güzel memleket… Ülkenin "güzide kurumları"ndan birisinde greve gidilince hiç hoş karşılanmıyor! Bu işe yabancı havayolları şaşırdıkları gibi "imreniyorlardır" belki de. Ne âla; "güzide" sınıfına dahil ol sendikal hareketlerin baskısından kurtul!

***???

Kadıköy Belediyesi"ni kutluyoruz… Çünkü bu ilçede pet-shop"larda kedi-köpek, tavşan ("memeliler" demek daha uygun) satışı yasaklandı. Bundan böyle bu hayvanlardan edinmek isteyenler doğru "barınak"a… Biliyorsunuz, bu uygulama "medeni âlem"de zaten epeydir benimsenmiş durumda. İçimizden hangimiz güneş altındaki vitrine sıralanmış hayvanların içler acısı haline gözü takılmamıştır. Demek ki şimdi yapılması gereken , Büyükşehir"in Kadıköy Belediyesi"nin koyduğu bu yasağı ilin tamamında geçerli kılması. Sonra da diğer iller tabii ki…

***???

Margaret Thatcher"ın ölümü "serbest pazar ekonomisi"nin ("serbest" olmayanı var mı acaba?) erdemlerinin sıralanması için de fırsat oldu. Hatta "Demir Leydi"nin arkasından hakkında yazıya dökülen övgüler Britanya"da bile olmadığı kadar güçlüydü. Thatcher"ın ölümü ardından bolca "Demokrasi işte budur; serbest piyasa ekonomisi ve özgürlüklerin birlikte varlığıdır" gibi "ana fikir"lerle karşılaştık.

Thatcher"ın ölümü ister istemez Turgut Özal"ın hatırlanmasını da beraberinde getirdi. Geçenlerde bir dostumuz bu karşılaştırmayı köşesine taşımıştı. Özal"ın Thatcher"ınkine benzer uygulamaları hatırlatıldıktan sonra bir farklılık olarak "Ama Turgut Özal, kendisinden "nefret" edilecek kadar güçlü bir duygu uyandıran biri olmadı" deniyordu.

Gerçekten de bu yazıda da söylendiği gibi Özal"ın "milyonlarca insanın sevgi seliyle ebedi yolculuğuna" uğurlanışı, bu büyük sevginin delillerinden birisiydi.

Ancak bu çerçevede şu hususun unutulmaması gerektiğini sanırım: Bir dönem yanlış olarak ülkede "liberalizm"in güçlü temsilcisi olarak anılan Özal, "serbest "pazar ekonomisi"ne ayırdığı zamanın çok azını liberalizmin vazettiği hak ve özgürlükler konusuna hasretti.

Bu değerlendirmemin yeni bir tarafı olduğunu iddia edecek değilim. Bu ve benzer değerlendirmeler zamanında çok yapıldı. Bu konuyu açmamın nedeni –nedense?- Özal-Thatcher karşılaştırmalarda aklıma gelen bir "dosya" oldu. Bu "dosya" AİHM tarafından da görüşülüp karara bağlanmış bir dosyadır. Nihat Sargın- Nabi Yağcı dosyasından söz ediyorum. Nabi Yağcı, Nihat Sargın"ın ölümünün ardından şöyle yazmıştı: "Adımızın böyle bitişik anılması salt davamızın aynı olmasından da gelmiyordu. Dile kolay, iki kişi olarak iki buçuk yıl, onun kitabındaki adıyla söyleyeyim, 900 gün aynı hücreyi birlikte paylaştık. Cezaevine konulmadan önce Ankara Emniyeti"nin işkence merkezi olarak bilinen DAL"da birlikte sorgulandık. Filistin askısını, elektriği paylaştık. Hücremizde ekmeğimizi paylaştık…."

Ne zaman oluyor bu hadiseler? 16 Kasım 1987"de Ankara Esenboğa Havaalanı"na inip gözleri bağlanarak Ankara Emniyeti"ne götürüldüğü dönemde 45. Hükümet görev başındaydı. Başbakan tabii ki Turgut Özal"dı. Biliyorsunuz, 46. Hükümet"in Başbakanı da Özal"dı.

Yani? Yanisi-manisi yok, durum ortada… O yıllarda DAL ve benzeri merkezlerden geçenleri hatırlamasak bile, Türkiye"nin AİHM tarafından mahkûm edildiği bu gözaltı, işkence, tutuklama örneği bile tek başına bu işin "liberalizm" ile filan uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığının kanıtı değil midir? Demek ki, yakın geçmişe yönelik değerlendirmeler yaparken acele etmemek gerekiyor…

11 yıl önce
Çalışmaları sekteye uğratmalarına izin vermeyiz"
“Kur’ân İslâm’ı” söylemi, neden tehlikeli?
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…