|
O yazı çok güzeldi ama...

Değerli yazarımız Rasim Özdenören"in son günlerde yayımladığı birkaç yazıdan söz edeceğim.

İsterseniz "o güzel yazı"ya gelmeden önce "ama..."dan başlayalım.

"Kent ilişkileri" başlığı altında bir kitabı da bulunan Rasim Bey"in "kent" olgusuna yaklaşımı okurları tarafından iyi bilinir. Yazarımız bu yaklaşımının bir sonucu olarak "kır"a "doğa"ya mesafelidir. Nitekim bu fasla ilişkin olarak yakın geçmişte Konya"da kenti konu alan bir toplantı dolayısıyla yayımladığı yazıda şöyle yazıyordu: "Bakın, şunu söyleyeyim: Beni tanıyanlar bilir, öyle doğayla falan haşır neşir olan biri değilim...Bir hastalıksa bu, öyle olsun."

Özdenören"in "kent"e yönelmesi kent filozoflarının kent ve bireysellik arasında kurduğu ilişkiyi ve o ünlü "şehrin havası özgür kılar" özdeyişini hatırlatır.

Peki ben bu konuyu niçin hatırlatıyorum? Tabii ki, ülkenin bugüne kadar karşılaşmadığı türden bir kent hareketi olan "Gezi"ye ilişkin Özdenören"den beklediğim yazılarla karşılaşmamış olmaktan dolayı. Yazarımız "Gezi"yi konu alan birden fazla yazı yayımlamayı unutmadı; ancak -tekrar olacak ama- ben umduğumu bulamadım doğrusu... Oysa o, "kent"ten çok farklı biçimde söz eden bir yazar/hikayeci olarak bir büyük şehir olgusu olan "Gezi"yi bize bambaşka bir biçimde anlatabilirdi.

Neyse, bu sitemi burada kesip geleyim "o güzel yazı"ya: "Edebin sınırı ve Kapkıner"in romanı" (20 Haziran 2013) başlıklı yazı bir "manifesto" niteliğindeydi doğrusu. "Edep, bir şeye –o şey her ne ise- hakkını vermektir" gibi yoğun/felsefi içerikli bir cümle ile başlayan yazı "Muhallebi çocuğu edasıyla edebe riayet eden yazar belki her zaman belli bir düzeyi tutturur, belki her zaman bir okuyucu bulur; fakat edebin hakkını vererek yazan yazar, belki her zaman okuyucu bulamaz, belki her zaman takdir toplayamaz, ama yenilik aranacaksa, onun eserinde bulunur. Murat Kapkıner"in elimizdeki romanı cüretkâr yazara özgü bir yenilikle merhaba diyor edebiyata. Muhallebi çocuklarına salık vereceğim bir kitap değil" sözleriyle -yazıda sözü edilen- bir tartışmaya nokta koyuyordu.

Malatya Kitap Fuarı"nda bir okuruyla arasında geçen şu konuşma yazarımızın-hikayecimizin edebiyat söz konusu olduğunda ne derece asla taviz vermez bir tutum içinde olduğunu güzel açıklıyordu: "Mayıs ayı başlarında düzenlenen Malatya Kitap Fuarı"nda, yanında sekiz on yaşlarındaki kız çocuğu ile bana kitap imzalatmaya gelen bir erkek okuyucu, bizim Kuyu öyküsünde bazı sahnelerin dekolte olup olmadığını sordu. Ben de ona, mütesettir bir cevap verdim. Bana, Tolstoy"un bir romanında yasak aşk yaşayan kadının gebe kalmasını erosal olmayan bir görüngüden anlattığını anlatmaya çalıştı. Ben de ona, ben Tolstoy değilim, beğeniyorsan onu okumaya devam et, tavsiyesinde bulundum."

Ne güzel bir hikayeci ve okur karşılaşması!

"Yazıda sözü edilen tartışma" dedim, onu da Özdenören anlatsın: "Yıllar önce Mavera dergisinin "öykü özel sayısı"nda yayınladığım (sonradan kitabımıza aldığımız) bir yazıda (Öykü Üstüne Ukalalık) Müslüman yazarın yatak odasına girip girmeyeceği konusunu tartışıyorduk. Edebiyat dünyasında böyle bir tartışma yürütülüyordu... O zaman şunu söylemiştik, halen sahip olduğum görüş: Müslüman yazar da yatak odasına girer, fakat orada ne göreceğini onun kendi bilinci tayin eder. Ona dışardan oraya gir, buradan çıkma kabilinden talimatlar verilmesi boş laflardan ibarettir."

Yazının kaleme alınışının asıl nedeni olan Murat Kapkıner"in romanını (Seni Öldüğüm Gün, Hemen Kitap, Mayıs 2013) -"Türkçe"nin en rafine ürünlerinden biri" olarak niteledikten sonra- (yazının burası da çok güzel doğrusu) "Örneğin bir Tanpınar"ın asla yazamayacağı, yazsa da beceremeyeceği türden bir roman bu" diyerek değerlendiriyor. Özdenören, Tanpınar"ı bu romanı niçin "asla yazamayacağı"nı şöyle temellendiriyor: "Tanpınar, bize bir şeyleri kanıtlamak için roman yazıyor." Bu küçük bir paragrafa sığdırılan romancı karşılaştırmasından Peyami Safa da nasibini alıyor: "O bakımdan Peyami Safa"nın romanları kadar halis olamıyor. Gerçi P. Safa"nın da bazı romanları (örnekse Fatih Harbiye) bir şeyleri kanıtlama gayretinde..."

Şimdi de gelelim yazının "manifesto" niteliği taşıyan -şimiden tartışılmaya başlanmıştır sanırım- bölümüne: Bu paragraf "edep", "cesaret" ve "cüret"in edebiyat bağlamında nasıl anlaşılmasının gerektiğini inceleyen "erdemler risalesi" benzeri bir bölüm.

"Edep"in tarifi verilmişti: "Edep, bir şeye -o şey her ne ise- hakkını vermektir." Özdenören, bu tarif çerçevesindeki "edep"in "edebiyat alanında" hakkının verilebilmesi için bir yazarın sadece "cesaret" gibi bir erdemin sahibi olmasının yetmediğini, aynı zamanda "cüretkâr" da olması gerektiğini belirtiyor. Cüretkâr, yani kendine biçilen çerçevenin, sınırları içinde oynamaya razı olmayan. Yani günümüzde kullanılan bir kavramla ifade edecek olursak "konformist olmayan", yani hakim değerlerle uyum içinde olmayan.

Özdenören"e göre "cüretkâr" (konformist olmayan) edebiyatçı "kendi kurallarını koyar." "Cesur bir yazar statükonun içinde kalarak yazar"ken, "cüretkâr yazar kuralını kendi getirir. Bu nedenle ilki bize belki eli yüzü düzgün eserler verir, fakat ikincisi avan gard ürünler icat eder. İlkinin verdiği eser genelde dolgu malzemesi olarak kalır (bu misyonu küçümsemiyorum, onun yeri ayrı, fakat öncü değil); ikincisi dolgu malzemesi olarak kalmaz, üslupta veya içerikte veya akla gelmedik bir alanda o mutlaka bir yeniliğin öncüsü olur."

Bilmem katılır mı bu görüşüme ama bana göre Özdenören, "cüratkâr" edebiyatçıdan söz ederken, "marjinal" sözcüğünü de kullanabilirdi pekâla. "Marjinal", hani son günlerin (İstanbul Valisi"nden başlayarak) pek çok kişi tarafından olur olmaz kullanılan şu kavram!

Özdenören"in bu güzel yazısı son günlerin hırgürü içinde "ilaç gibi" geldi doğrusu...

Sitemimizi unutmayalım ama: : Keşke "Gezi"yi de böyle yazsaydı!

11 yıl önce
O yazı çok güzeldi ama...
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı