|
Bir ben değil herkes hasta

Bıçkın minibüs şoförü arabanın ön camına bir tabela asmış. Dışarıdan bakarsanız "Yol verin yeşile – kavuşsun eşine" yazıyor.

İçeriden bakarsanız, yani tabelanın arka yüzüne "Bir ben değil herkes hasta" yazıyor. Bu müşteriler için bir uyarı olduğu kadar, bıçkın minibüsçünün ülkenin hastalık haritasını çıkardığını gösteriyor.

Çünkü para verdin-vermedin; durakta indin-inmedin; hızlı gittin-gitmedin, bu kadar yolcu alınır mı, hayvan vagonu mu bu, beğenmedinse indireyim taksi tut ve benzeri şoförle müşteri arasında geçen sayısız sataşma, münakaşa hatta kavgayı belgeliyor. Şoför bu tabela ile diyor ki:

– Bana hasta demeyin, siz de hastasınız.

Mübalağa yapmıyor, geçmişe nostalji ile bakmıyorum. Hastalık çok arttı çok.

Ben bir küçük taşra şehrinde büyüdüm. Mahallemizde genç-ihtiyar kimsenin hasta olduğunu hatırlamıyorum. Eceli gelen ölüyordu. Hastalık gibi ölümler de o kadar sık değildi. Hasta olanlar geleneksel tıp ile, ninelerimizin ilaçları ile iyileşiyordu. Çok top oynadığımdan dizlerimdeki yaralar eksilmez, ninem cevizi eritip yağını sürerdi. Gelip-giden yedek subay doktorları saymazsak şehirde iki doktor vardı, bu babacan adamlar her hastaya bakardı.

Şimdi etrafıma, akrabalarıma, komşularıma, arkadaşlarıma bakıyorum; hasta olmayan, ameliyat geçirmeyen kimse yok. Sade depresyonun kırk çeşidi var.

İstanbul gibi hız ve hazzın hakim olduğu insandan çok arabanın bulunduğu metropollerde hasta olmamak mümkün değil. Birinci sebep stres. Stresi yaratan o kadar unsur var ki, hangisini sayayım, siz benden iyi biliyorsunuz.

Kadim dostum Prof. Dr. Kemal Sayar "Yavaşlayın", "Yavaşlayın" diyor. Sevgili Kemal insanlar nasıl yavaşlasın, ihtiyar elden gitmiş, hepimiz makinanın esiri olmuşuz.

Makinalar yavaşlarsa üretim düşer. Üretim düşerse milli gelir düşer, milli gelir düşerse hükumet düşer. Kaos olur, düzen bozulur, sonu savaşa varır. İlerleme-kalkınma-refah hayal olur. İnsanlar konforunu bir yana bırak ekmeğinden olur. Bir girdabın içine düşmüş çırpınıyoruz.

Geçenlerde bir televizyon kanalında namuslu bir doktor anlatıyordu. Tıb ve ilaç sanayi öyle bir noktaya varmış ki; artık ilaç tekelleri uydurma ilaçlar üretiyormuş. İçinde zararsız maddeler biraz da şeker var. Sonra bu ilaca uygun bir hastalık icat ediyorlar. İnsanda çok rastlanan rahatsızlıklar için. İşte baş ağrısı, halsizlik, iştahsızlık falan. Bir reklam kampanyası bu ilaca hücumu başlatıyor. Kişi biraz sabretse vücut kendiliğinden iyileşecek. Ama çağdaş insanın sabır denen şeyi unuttuğunu bilelim. İlaca sarılıyor, iki tane atıyor ve düzeliyor. Mucize.

Bu ilaç ve hastalığın modası geçiyor, öteki geliyor. Makina beklemez.

Ben modern teknoloji karşıtı bir adamım. İnsana yakışan tarım toplumudur. Tarım toplumunun ekonomisi "Kanaat Ekonomisi"dir. Bu ekonomiyi kurmanın yolu ahlaktan geçer. Ahlak ise ilahi kaynaktan gelir. İnsanlar mevcut konforu terkedip, tüketim toplumundan çıkmayı becerebilir mi? Zor. Ama unutmayalım kapitalizmin hakimiyeti de kolay olmamış, üç yüz yıl sürmüştür.

"Sürdürülebilir kalkınma" tıpkı "çevrecilik" gibi bir illüzyondur. Rahmetli Erbakan"ın tabiri ile "pansuman"dır.

Mesele o kadar karmaşık değil.

Bu modern teknolojik medeniyet, dünya hakimiyetini kurmak için önce kölelerin sırtından akan kana dayandı. Sonra madenlerde çocukları çalıştırdı. Ordular, silahlar, laboratuvarlar, üniversiteler, eğlence, ilaç, beslenme, dinlenme, tatil, otel, ulaşım, iletişim ağlarıyla bir hegemonya kurdu.

Bununla aynı yoldan giderek yarışamazsınız.

Hem neden yarışacaksınız ki.

Adam suyu, havayı, toprağı, insanı kirletti, zehirledi.

Bu atmosferde yaşayan insan elbet hasta olacak. Ne yediği belli, ne içtiği. Kimyasallar giyimden oyuncağa kadar sızmış. Eskiden yaygın olarak verem ve sıtma vardı. Çok şükür ilaçları bulundu, sıkı bir mücadele yapıldı ve bu hastalıklar yaygınlığını kaybetti. Ama yetersiz beslenme, fazla mesai, çalışma şartlarının ağırlığı ile verem rakamları yine artmaya başladı.

Temiz hava soluyup temiz su içen, temiz toprakta yetişen saf buğday ekmeğini ayrana doğrayıp yiyen dağ köyü çocukları maşallah turp gibi. Her türlü ilaç, eğlence, yiyecek, oyuncak, giysi ile donanmış balkon çocukları ise horozdan korkup, esen yelden nem kapıyor. Ben bu dünyaya meydan okuyan yazıyı nasıl bitireyim. En iyisi üstat Sezai Karakoç"un o çok sevdiğim "Kar şiiri"nin son dörtlüğü ile.

"Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi

Öyle kar yağdı ki elim üşüdü

Ruhum seni düşününce ışıdı

Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın"

10 yıl önce
Bir ben değil herkes hasta
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi