|
Suyu gözeten adam

Çocuk rüyalarımı süsleyen şehirdir Malatya. Babamın uzun ve soğuk kış gecelerinde, kömür sobamızın etrafına çömelmiş konu komşuya ballandıra ballandıra okuduğu Battalnâme''de, Şehr-i Malatya''dan huruç ile Kayser-i Rûm üzere sefer eyleyen Hüseyin Gazi oğlu Seyyit Battal, Bizans tekfurlarına kök söktürüyordu. Üslup mutantan ve mübalağalıydı. Fakat Malatyalıları tanıdıkça Battal Gazi''nin mitolojik bir varlık olmadığına inanmaya başladım. Entelektüelleri en az onun kadar cedelci, işadamları onun kadar girişkendi.

Mustafa Küçük''ün Japon kahramanı Akio Morita, yöneticiliği "yaratıcılık ilham etmekle" bir tutuyordu. Ona göre bu gizil güç herkeste vardı, fakat pek az insan yaratıcılığını nasıl kullanacağını bilebiliyordu. Fırsatları değerlendirmeyen bir yaratıcılık insana yüktü. Fırsat ise insanın ayağına gelmez, insan fırsatın ayağına giderdi. Battal Gazi de böyleydi; kendi fırsatını kendi arayıp bulurdu: "Seyyit yürüdü kaleyi dolaştı ki fursat bula, kaleyi ala. Bir yere vardı, gördü ki bir su gider. Ol suyu gözetti. Su geldi, bir deliğe girdi. Seyyit eyitti: İş bu hisara gider, eğer çare olursa iş bundan olur, dedi."

Mustafa Küçük de dünya giyim sektörü denen trilyon dolarlık kaleye LCW adlı bir Fransız deresini kollayarak girdi. O markayı gözetti, çare olursa bundan olur dedi ve zayıf bir anında bastırıp ele geçirdi. Sonra markaya odaklandı. Para kazandıkça, gene ortalama Türk''ün klasik hatası olan, başka işlere dalma ''uyanıklığından'' uzak durdu. Tekkeyi bekledi, çorbayı içti: "Ana ilkemiz, başka bir iş veya sektöre girmemektir. Aklımızı çelmek isteyen, bize kredi vermek isteyen, ortak yatırım teklifinde bulunan çok fazla kurum oldu. Biz kararlı davrandık ve hepsini geri çevirdik. Dönüp geriye baktığımda, çok doğru davranmışız."

Mustafa Küçük, hesaplı, planlı girişimciliğinin yanı sıra, işi ve işletmesi üzerinde düşünen bir kafadır. Sadece büyüme, genişleme hesapları yapmıyor; işle mutluluk arasındaki bağları da yokluyor. "Ya kurumsallaşarak yetkilerinizi paylaşın ya da büyümeyin!" diyor. "Her işletmenin mutlaka büyümesi, mutlaka dünya markası olması gerekmez. Bence önemli olan, işletmenin sahibinin mutlu olması, huzurlu olması ve kafasından geçeni yapabilmesidir. Çünkü hepimiz bu dünyaya huzur içinde yaşamak için geldik. Yani işimiz bize işkence yapmamalı. Eğer kişilik yapımız müsait değilse, şirketin yapısını onu yönetebilecek büyüklükte tutmalıyız. Batan firmaların birçoğu dışarıdan danışmanlar tutmuş, ancak bütün işleri bu kişilere devrettikleri için o değişimin ve kurumsallaşmanın liderliğini üstlenememiş ve iş kendi kontrollerinden çıkmıştır."

Taha/Tema grubunu büyüten nedenlerden biri de "taş yerinde ağırdır" atasözüne verdikleri değerdir. Tam zamanında mini satış noktalarından büyük mağazacılığa geçtikleri gibi, grubu da tam zamanında ikiye ayırdılar: Üretici şirketler, satıcı şirketler. Ve aralarındaki akrabalık bağını kestiler. Her iki taraf da kendi ayakları üzerinde duracak, kendi yağlarında kavrulacaktı. "Üretim bandınız boşsa onu doldurmak için belki de satamayacağınız siparişler geçiyorsunuz. Sonuçta bir anda oyunun dışında kalıyorsunuz. Biz bu hatamızı görerek radikal bir karar aldık ve Taha Holding''i ikiye böldük. Taha ve Tema grubu diye ikiye ayrıldık. Ben Taha grubundan sorumlu iken üretimle ilgili tüm yetkilerimi ortağım İsmail Kısacık beye devrettim ve tamamen perakende kısmına geçtim. Üretim şirketlerimizin kapasitesi boş da olsa onlara mal yaptırmayacağız. ''Size yalvarsak da bize mal yapmayacaksınız'' dedik. Siz üretici olarak bir marka olmaya çalışın, dünyada Levi''s gibi, Mark & Spencer gibi firmalar var, onların aradığı bir üretici marka olmaya çalışın. Biz de perakende markası olmaya çalışalım. O şekilde tamamen ayrıldık. Üretici şirketlerimizin ''boş kalırsak kendi mağazalarımıza ürün yaparız'' diye bir lüksleri kalmadı. Müşteri bulmaları gerekiyordu. Biz de satış şirketleri olarak Çin''de, Bangladeş''te üretim yaptırmaya başladık."

İlk yazıda Mustafa Küçük''ü heyecanlı bir üniversite öğrencisine benzetmiştim. Bir masanın etrafında beraber yemek yerken bile sanki aklı başka yerde, sanki sandalyesine şöyle bir ilişivermiş de kalkıp kaçmak istiyor, yarım bıraktığı işi gidip tamamlamak istiyor gibidir. Günün yarısını çalışarak geçiriyor. Çocukluğunu doyasıya yaşamış, fakat gençliğinin uçup gittiğini hepimiz gibi geç kavramış: "Çocukluğumu bir dağ köyünde doya doya yaşadım, ama gençliğimi gerçekten yaşadım mı, bilmiyorum. İş hayatımın ikinci yılında, 24 yaşında genel müdürlük ünvanı ile ağır bir sorumluluk altına girdim. Böylece 7 gün 24 saat çalışma moduna girip gençliğimi yaşamaya fırsat bulamadım. Şimdilerde gençliğimi ertelediğimi düşünerek kendimi avutmaya çalışıyorum."

Peki, hem gençliğini yaşayacak hem de iş hayatında başarılı olabilecek gençlere neler öğütlüyor? İlk öğüdü: Kendinizi ve yapacağınız işi tartın! (Benim tabirimle, ağırlık merkezinizi bulun.) Sonra, yapmayı arzu edeceğiniz işi en iyi biçimde yapabilmek için, bireysel bilgi ve becerinizi geliştirmenin yol yordamını öğrenin. Öğrenmeyi öğrenin. Bilmek ile becermek arasındaki farkı iyi anlayın. Bilgili olmak yetmez; bilgi ancak doğru biçimde kullanıldığı zaman beceriye dönüşür.

Buraya kadar sadece Mustafa Küçük''ten söz ettim. Ağabey Vahap Beyi ve topyekün aileyi anlatmaya kalksam, Battal Gazi''yi aratmayan bir destan çıkardı ortaya. Bir Malatyalı çıkıp bu çağdaş Battalnâme''yi yazmalı!

15 yıl önce
Suyu gözeten adam
Dünyanın en kötü ülkeleri!..
Futbol kulüpleri bu borç batağından nasıl kurtulur?
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…