|
Es"ad Hoca-Kabaklı

Allah rahmet eylesin, Es''ad Hoca ve yakın dostum olan Prof. Ali Uyarel''in vefat haberlerini işittiğimde, aklıma ilk gelen şu olmuştu: Cenazelerin, bulunduğu bölgelere defni ve oralarda bulunan Türkler için, âdeta bir ziyaretgâh hüviyetini kazanmasına imkân sağlanması!.. Hatta bu fikrimi olay günü, siyasetçi ve gazeteci, geniş bir grupla yaptığımız toplantıda da izah etmiştim. Ayrıca hayli de makul karşılanmıştı.

Gurbette Sahabi kabirleri

Şöyle düşünmüştüm: Hazreti peygamberin sahâbilerinin hemen çoğu kendi memleketlerinin dışında medfûndu. Hint''de, Çin''de, İran''da, Kuzey Afrika''da, İspanya''da, Suriye ve Irak''ta!.. Eyyûbü''l Ensarî''de olduğu gibi, bir niceleri de İstanbul''da!.. Sayılarının yüz bini geçtiğini bildiğimiz kutlu sahâbilerin, ancak on bin kadarı Mekke ve Medine kabristanlarında medfun değil miydi? Bu on bin sahabinin mezarları hakkında, vehhâbi telakkileri nedeniyle en ufak bir işaret bile kalmazken; uzak diyarlara sefer etmiş, ömrünü irşada vakfederek gurbette yaşamayı göze almış ve giriştiği bir cihad esnasında, şehâdet mertebesine ermiş nice bin sahâbinin kabir ve türbelerinin, fevç fevç ziyaretlere ve duâlara mazhar bulunduğunu nasıl olur da unuturuz?

Ayrıca Anadolu''nun ve Balkanlar''ın müslümanlaşmasında büyük emeği geçen bir Mevlânâ, bir Yunus ve Hacı Bektaş misullû büyüklerin hangisi eski vatanlarına avdet ihtiyacını duymuştu? Hangisi, eski büyük şeyhleri olan Yesevî hazretlerinin yanına dönmeyi düşünmüştü?

Onlar ki; silâhtan çıkmış bir kurşun gibi, ya da ciğerlerden sökülen nefesler gibi, geri dönüşü olmayan seferlere çıkmışlardı. Hedefini sonsuzlukta bulan o nihayetsiz seferlerin bir meyvesi olarak biz bu topraklarda yaşamıyor muyduk?

O büyük ruhlar, nedense hep böyle yapıyorlar. Ne cenazelerinin, ne de geride bıraktıkları bir dağdağanın derdine düşüyorlar. İşte onun içindir ki, vefatlarından sonra da, o büyük tesirleri kesintisiz devam ediyor. Allah onların hepisinden râzı olsun.

Dolayısıyla, yüksek bir gurbet ihtiyarıyla; alın atınızı, tımarınızı diyerekten, ruhunda derinden derine duyduğu istihkar hislerini, gene ruhunda yumuşatıp eritmesini bilen ve öylece sefere çıkan bu ilim ehlinin Avustralya kıtasına diktiği bir şamandıranın, ebedî bir meş''âle gibi, o topraklarda devamlı yanıp tutuşmasını arzu ederdim. Sarı Saltuk''un Balkan müslümanlığı açısından taşıdığı değer bu olduğu gibi; Gümüşhanevî dergâhından âb-ı hayat içmiş İmam Zeynullah da, bu ebedî gerçeği Başkurdistan dağlarındaki türbesi ile tam 150 yıldır vurgulayıp durmuyor muydu?

Enver Paşa-Nazım Hikmet

Bu satırlarımla, Es''ad Hoca''nın ve değerli dost Ali Uyarel''in geride bıraktığı aile efrâdına, "yanlış yaptınız!.." demek değil kuşkusuz muradım. Bunlar benim cenaze günü aklıma düşen fikirler ve kalbime inen derin bir hassasiyet olduğu için buraya kaydediyorum.

Sırf bu sebeple, Orta Asya bozkırlarında Ruslar''a karşı büyük mücadeleler veren ve Bediüzzaman Hazretleri''nin de büyük takdirkârı olan Enver Paşa''nın mezarının Tacikistan''dan İstanbul''a nakline de, gene o sıralarda, sırf bu sebeplerle karşı çıkmıştım. Gene bu yüzden, dinî bir gerekçeye dayanmasa bile, Nâzım Hikmet''in mezarının Türkiye''ye getirilmesini de aynı şekilde yanlış bulurum. Çünkü büyük şâir Namık Kemal''in "Vâveylâ" şiirinde dediği gibi; biz evrensel sorumluluklar taşımış bir millet olduğumuzu, yarın kime, nasıl izah edeceğiz? Keşke Cihan Savaşı sonrasında Almanya''da Talât Paşa''nın, Roma''da Sait Halîm Paşa''nın, Kafkasya''da Cemal Paşa''nın Ermeni suikastleri (daha doğrusu İngiliz istihbaratı) sonucu, şehid edilişlerinin bir nişânesi olarak, onların da mezarları o diyarlarda kalsaydı da, bugün ziyaret imkânı bulunabilseydi.

Nakşîlik ve II. Mahmud

Burada izninizle bir hususa daha işaret edeceğim: 1826''da Yeniçeriliğin ve Bektaşiliğin II. Mahmut tarafından lağvından sonra, devlet tarafından himâyeye mazhar bir tarikat muâmelesine mazhar olan Nakşiliğin, bilinç altında kalmış olsa bile, o eski tortuyu kafasından silip atması gerekmiyor mu?

Dikkat edin!.. İstanbul''un en rağbet gören ziyaret mahalleri, nakşî türbelerinden ziyade bir Merkez Efendi, bir Sünbül Efendi ve Yahya Efendi değil midir? Bu bakımdan maneviyatın, hiç bir siyasî himayeye ve lûtfa ihtiyacı bulunmamalıdır.

Sırf bu sebeple Es''ad Hoca''nın ve damadı dostumuzun marûz kaldığı son istiskal; ilâhî kader düzleminde, kuşkusuz bir lûtufun tecellisi olarak kabul edilmelidir. Menfilerin resmî bir alâkaya ihtiyaç duyacağını hiç mi hiç sanmıyorum.

Yarın da üstad Kabaklı''yı yazacağım.

23 yıl önce
Es"ad Hoca-Kabaklı
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi