Gazzâlî’nin (rahimehullah) yazı nazariyatıyla ilgili görüşlerinden hareketle, son üç yazıda zikrettiğimiz tüm kavramlara ve ıstılahlara, Allah ile kulu arasındaki bağa yani Allah ile başlayıp Allah ile biten ya da Allah ile bitip, Allah ile başlayan akışa mahsus söylediklerimize yetkin bir örnek olarak , İbnü’l-Arabi ’nin (rahimehullah) Fusûsu’l-Hikem ’in kendisine nasıl ve neden verildiğine dair besmele, hamdele ve salveleden sonra yaptığı şu açıklamaya bakabiliriz. “Muhakkak ben mübeşşirede Resûlüllah’ı
“Muhakkak ben mübeşşirede Resûlüllah’ı (as) gördüm (raeytü). O bana 627 senesi Muharrem’inin son günlerinde, Şamda irâe olundu. Elinde bir kitap vardı.
Bana ‘Bu, Fusûsu’l-Hikem kitabıdır, onu al ve insanlara çıkar. Bundan yararlansınlar’ diye emretti.
Ben de ‘Biz emr olunduğu gibi Allah Teâlâ’yı, Resûlü’nü, yöneticilerimizi dinler ve itaat ederiz; nitekim biz böyle emr olunduk’ dedim. Böylece amacı tam olarak anladım, Resûllah’ın emrettiği tarzda bu kitabın ibrazı için niyetimi temizledim, herhangi bir ekleme ve çıkarma yapmaksızın bu kitabı insanlara ulaştırmak için kastımı arındırdım.
Ve bu kitabı insanlara ulaştırırken (ibraz ederken) ve diğer bütün hallerde beni üzerinde Şeytan'ın tasallutu olmayan kulları arasına katmasını Allah’tan niyaz ederim. Parmaklarımın yazdığı ve lisanımın söylediği ve kalbimin üzerine şamil olduğu her şeyde bana korunmuşluk yardımıyla (te’yid-i’tisamiyye), münezzehlik makamından gelen aktarımını (ilkâ-i Subbuhiyye) ve ruhani üflemesini tahsis etmesini dilerim. Bu işi yaparken mütehakkim değil, mütercim olayım. Ta ki kalp ve müşahede sahibi ehlullahtan ona vakıf olan kimse, onun nefsani amaçlardan uzak olan mukaddeslik makamından geldiğine tam olarak kanaat getirsin. (Çünkü) nefsani amaçlarda gerçekle yanlış birbirine karışmıştır.
Ve umarım ki, Hak Teâlâ duamı dinleyip, seslenişimi kabul eyleye. Şimdi ben ancak bana ilka olunan (kalbime atılan) şeyi ilka ederim. Ve ben bu kitap içinde, ancak benim üzerime onunla nazil olan şeyi inzal ederim. Halbuki ben nebi değilim, resul de değilim; ama vârisim ve ahiret (iyiliğim) konusunda harisim.”
Ancak baştan beri ifade etmeye çalıştıklarımızın tamamı için geçerli olduğu üzere bildirilene inanmak bir mana (iman) meselesidir ve ancak sırra mazhar olanlar bunun künhüne vakıf olabilir. Kafirlerin, münafıkların ve cahillerin söz konusu manadan bir nasipleri olmadığı içindir ki mezkur ilkaya inanamadıkları gibi, bununla ilgili şüphe uyandırmaya kalkışır, üstelik bunu yaparken de sahih dini anlayışın kaygılısıymış gibi görünürler.
Şimdi Fusûs’un yazı nazariyatı ve yazarlık görevi esasında yetkin bir örnek oluşunu İbnü’l-Arabî’nin alıntıladığımız beyanından şöyle özetleyebilriz:
–Allah’ın meşiyetine dair bilgiye mazhar olmuşsa, O’na ve Peygamber’inin emrine koşulsuz itaat etmek ve bu bilgiyi onlardan layık olanlarının yararlanması için halka çıkarmak (yazıyla iletmek, duyurmak);
–Allah’ın kendisine bahşettiği kelimeleri (bilgiyi) temiz bir niyetle kabul etmek, onu seçkinlerin de sıradanların da kendileri için bir karşılık bulacakları mahiyette (sadelikte aktarmak);
–Şeytan’ın musallat olmasından Allah’a sığınmak, sarf etmesi mümkün kılınan her kelimeyi Allah’ın rızasına uygun olarak O’nun koruması altında kullanmak üzere kalbini hazırlamak; nefsani amaçlarda gerçekle yanlışın birbirine karştığının şuurunda olmak,
–İlkaya, ruhanî ve melekî etkiye daima açık bulunmak;
–Ehlullah’ı nefsani maksatlardan arınmış olarak yazdığına, kelimeyi şeytandan değil Allah’tan aldığına ve böylece nefsinin olumsuz güçlerinden sıyrıldığına inandırmak;
–Dua ehlinden olmak; muhtaç olduğu her şeyi sadece Allah’tan istemek;
–Kendi kalbine ilka ve inzal edileni başka kalplere iletmek, bundan kendisine bir üstünlük payesi çıkarmamak, bilakis Allah’a kul ve Peygamber’e varis olmak, salt ahiret iyiliği için işinde hırs göstermek…
yazarın görevidir.