Bu demektir ki, siyaset konuşmaya zaten pek meraklı olan çoğunluğumuz eserden isme, enflasyondan hayat pahalılığına, yerel yönetimlerin başarısından, ilgili sivil toplumların çalışmalarına kadar… hemen her şey kahvehanelerin, siyaset bilimcilerinin ve toplum mühendislerinin masalarına boca edilerek konuşulacaktır.
Dolayısıyla “Libya’da ne işimiz var?”; “Rusya-Ukrayna savaşında neden koşulsuz olarak NATO’nun yanında yer almıyoruz?”; “Mültecilere neden sahip çıkıyoruz?”; “Kuzey Afrika ülkeleriyle dayanışmamızın ne gereği var?”; “NATO müttefiklerimizden almak varken neden kendimiz silah ve mühimmat üretelim?; “Eğitimde, kültürde yerlilik arayışı çağdaşlıkla bağdaşır mı?” vb. gündelik siyasi ortamda telaffuz edilip geçilmesiyle basitleşen, sıradanlaşan ama gerçekte yukarıda zikrettiğimiz devlet esaslı yeni tercihler ve yönelimler bağlamında son derece hayati olan soruların cevapları için o özel masanın mutlaka kurulması elzemdir.
Ancak bu masadaki konuşma ve tartışmalarla, Cumhuriyetin kuruluşundan hatta Tanzimat’ın ilanından beri eski sorularda köklenmiş, doğru cevapları ise hep ileriki zamana ertelenmiş temel meseleler yeniden ele alınabilir ve doğru teklifler, çözümler, öneriler de bu sayede tahakkuk edebilir.
Bu bağlamda Cumhuriyetin şu ilk bir yüzyıllık devrinden geçen toplumumuzun –dünya görüşünün de ilk belirleyeni olarak tespitine muhtaç olduğumuz– dünya hakkındaki görüşünü öncelikle doğru anlamamız ve anlatmamız gerekmez mi?
Zira dünya fikri olmayanda devlet fikri olmaz; devlet fikri olmayanda da –İbn Haldun’un yüzyıllar öncesinden devletin zorunlu iki şartı olarak belirlediği– ordu ve ekonomi fikri olmaz. Oysaki hayatın mülk, iktidar ve adalet üzerine kurulduğu, bunların da devlet tanımı altında müesses hâle geldiği kadim zamanlardan beri bilinen bir gerçektir.
Peki Türk toplumu olarak bugün nasıl bir dünya telakkisine sahibiz?
Sözü uzatmadan söyleyecek olursak maalesef son derece travmatik, alil ya da arızalı bir dünya telakkisine sahibiz.
Çünkü din yönünden ahireti aslî bilerek değersizleştirmek zorunda olduğumuz, ama hayat şartlarına tabi olmak bakımından da ziyadesiyle önemsediğimiz iki dünya algısını birlikte taşıyoruz.
Öte yandan bu arızalı algı, neyi ne’liğiyle iyi ya da kötü olarak nitelediğimizi bilmediğimizin, dolayısıyla dünyanın varlığı karşısında kendi varlığımızı doğru konumlandıramadığımızın da bir göstergesidir.
Kendi hakikatlerine uygun olarak yaşatıldığımız yerin adıdır dünya!
Onun bize rağmen / bizden müstağni olarak sürüp giden varlığında belli bir müddetle ve ona rağm edilmiş olarak yer tutarız.






